Üç gündür hastanedeyim. Kök hücre nakli bekliyorum. Dedem, çok umutluydu. Dünyayı ayağa kaldırırım, yine de sana o donörü bulurum, diyordu. Buldu da. Benden üç yaş küçük biriymiş. On sekizinde. Dolandırıcılık ve adam öldürmeye teşebbüsten hükümlü biri. Ben bugüne kadar kimseyle kavga dahi etmedim. Hayat o kadar kısa ve o kadar ince bir iplikle yaşama bağlı ki… Ola ki derdime çare bulunmaz da bu yaşımda hayata veda edersem diye düşündüğüm zamanlar çok sinirli oluyorum. Dedem, beni yatıştırmaya çalışıyor. Yetmişine merdiven dayadıysa da, kırkında gibi dinçtir dedem. Durmadan beş kat inip kafeden odaya çay, meşrubat taşıyor. Üç gündür hastane kapısının dışına bile çıkmadı. Burada perişan oluyorsun. Allah muhafaza tansiyonun falan çıkacak. Eve git dinlen, diye çok söyledim ama dinleyen kim? Biricik torununu yalnız bırakıp giden adamın gözüne uyku mu girermiş? Ona karışmayacakmışız. İyiymiş o. Hasılı Nuh diyor da peygamber demiyor. Bizimkilerden hiç birisiyle doku uyumu sağlanamayınca anneme takıldım.
“Acaba bana bir kardeş mi yapsan?”
O her zamanki mükemmel anne pozlarıyla yüzüme kötü kötü baktı.
“Şebeklik yapma Cihan.”
Günde birkaç defa dedemi arıyor. Dedem de; bir dakika Nesrin, deyip koridora çıkıyor. Artık ne konuşuyorlarsa? Akşam atölyeyi kapatınca yanımda bitiyor. Yok, sık sık koridorda yürümeliymişim. Yok, maskemi çıkarmamalıymışım. Yok, beslenmemi ihmal etmemeliymişim. Damarlarım delik deşik. Türlü türlü tahliller, tedaviler yüzünden canım burnumda. Midem bulanıyor. Her şey kötü kokuyor. Annemin evden getirdiği kendi yastığım, anneannemin çorba kâseleri, hatta kitaplarım bile iğrenç kokuyor. Çalışmam lazım oysa. Ne zaman kendimle baş başa kalsam okulu bitirdiğimi, avukatlık büromu açtığımı hayal ediyorum hep.
Sabahtan, vericinin geleceğini söylediler. Dedem, her yarım saatte bir canının çay çektiğini bahane edip ortadan kayboluyor. Yok, aşağıda bir tanıdığa rastlamış da onunla birlikte içmiş. Yok, çay bayatmış da vazgeçmiş. Yüzüme bakmadan konuşuyor. Geçiştiriyor beni. Korkuyorum. Sakın vericim vazgeçmiş olmasın? Olmayacak şey de değil hani. Böyle insanların sağı solu belli olmaz. Bir işe yarayacak olmak, bir can kurtaracak olmak, umurlarında olmayabilir.
Annem geldi bir saat önce. Bu saatte atölyede olması gerekirken hastaneye gelmesi, alışık olduğum sakin duruşundan eser olmaması, sık sık odadan çıkıp dönüşünde uzun uzun soluklanıp yanı başımdaki koltuğa kendini atması da anlaşılır gibi değil. Anneannem de aynı. Sabahtan beri odamda. Aman içim daraldı, deyip televizyonda benim sevdiğim kanalları arıyor. Bir ara doktorum uğradı. Yanında özel tim gibi bir sürü doktor ve hemşireyle girdi odaya. Uzun uzun konuştukları tıbbi terimlerle dolu sözlerden çok azını anladım. Naklin başarıyla gerçekleşmesi için laboratuvar değerlerimin uygun olması gerekiyormuş. Bilmem ne yükleyip değerlerimi yükseltmelilermiş. İlaç kokuyorlar. Sanki parfüm yerine eczaneyi sıkmışlar üzerlerine.
Dedem bir ara saatine baktı sonra annemle göz göze geldiler. Başını hafifçe sallayıp dışarı çıktı. Birkaç dakika sonra içeri girip yanıma oturdu. Elimi okşadığı avuçları tir tir titriyordu. Bak oğlum, dedi, sustu. Başını eğdi, sonra kaldırdı.
“Birazdan birini getirecekler buraya. Sana verilecek kök hücrenin donörü. Alıcıyı görmeden vermem, demiş… Yani şey. Bir görüp çıkacak, o kadar yani… Kısacası, bir ziyaretçin olacak.”
Hayret bir şey. Bunca telaş, bunca gergin bekleyiş, bunca gizem bunun için miydi? Vericimi ben merak etmiyor muyum sanki?..
Çok geçmeden kapı çalındı, herkes ayağa kalktı. Annem gözünü kapıya dikmiş, bir eliyle de saçsız başımı okşuyor, dedem ayakucumdaki serum demirini var gücüyle sıkıyor, arada bir kısa kısa bana bakıyordu. Anneannem pencereden dışarıyı seyrediyormuş gibi bize sırtını döndü. Yüzünde gezdirip durduğu elleriyle gözyaşlarını sildiğinden eminim. İki polis nezaretinde içeriye getirilen bilekleri kelepçeli çocukla bakışlarımız buluşunca ben de heyecanlandım. Gözlerimi, ellerimi hatta ayaklarımı nereye koyacağımı şaşırıp yatağımda debelendim. Oldukça uzun boylu biri. Kaslı kolları gömleğini sıkıyor. Bacaklarının arasındaki açıklık bitirim havası veriyor ona.
Hoş geldiniz, dedim, duyulur duyulmaz bir sesle. Ağzımdaki zehir tadı iyice yaktı genzimi. Benim, dökülmeden önceki kaşlarım gibi kaşlarının altından, tıpkı benim gibi baktı. Benimkiler gibi ince dudaklarının arasından, benim dişlerime benzeyen seyrek dişleri göründü. Benim gözlerim gibi küçük gözleriyle odadakileri süzdü. Ama benim sesime hiç benzemeyen tok bir sesle konuştu:
“Geçmiş olsun birader.”
Usulca kafamı salladım. Yüzünde alaycı bir ifade vardı.
“Demek bizim pederin gereksiz tohumlarından biri de sensin ha?”
Önce ne demek istediğini anlayamadım. Neden sonra başımdan tırnak uçlarıma kadar kanımın çekildiğini hissettim. Kalbim saniyede kaç defa atıyordu bilemiyordum ama az sonra kafesinden fırlayıp kendini ortalığa atsa hiç şaşırmazdım. Dedem birden çocuğun üstüne yürüdü.
“Böyle mi konuşmuştuk, hani söz vermiştin?”
Polisler dedemi sakinleştirmeye çalıştılar. Annem ellerini omzumda gezdirirken çözüldü. “Oğlum, bak anlatayım… Yani şöyle… Bu çocuk babanın ikinci eşinden olma. Sana uygun donör bulmak için çok uğraştık biliyorsun. Babanın yeniden evlendiğinden ve bir oğlu daha olduğundan haberim vardı. Bulana kadar akla karayı seçtim. İnşallah…”
Konuşmayı sevmeyen annem nefes almaksızın anlatıyordu. Elimle ağzını kapattım. Dedem lafı almak istedi. “Oğlum, sana daha önceden…” Susun, dedim, sinirlerim bozulmuştu birden. Nedense, babamın yıllar önce bizi terk etmiş olmasına, onu bugüne dek gerçekten de hiç merak etmemiş olmama değil de, bu “gereksiz tohum” lafına takılmıştım. Acı bir tat gibiydi. Donörüm odadan çıkarken, yine o alaycı gözleriyle beni süzdü. “Şanslısın birader,” dedi. “Dert etme, kök hücren de hazır.”
Bir cevap yazın