Liberal demokrasinin popülist bir otoriterlik ile yer değiştirdiği dünya kapsamında bir gerileme çağından söz etmek mümkün. Bu fetret döneminde yakın gelecek için bir öngörüde bulunmak neredeyse olanaksız görünüyor.
Bir belirsizlik çağında nasıl öngörülerde bulunulabilir ki insan?
Modern insanın davranışlarında belirli bir öngörülebilirlik ve düzen yok. İnançlar hayatı anlamlandırmada başarısız kalmış. Bir çok din ve inanç öğretisi özgün bir şey sunmak yerine pek çok farklı ve keyfi yorumun çapraz kesişmesinden başka bir şey değil. Yalancı peygamberlerin saygınlık gördüğü bir çağ bu.
Ardıllık zincirinin kırıldığı, sanki neden-sonuç ilişkisinin ortadan kalktığı bir ara dönem bu.
Bildik konvensiyonel çerçevenin dışına taşan ve hiç beklenmedik tehlikeli gelişmelerin ortaya çıkabileceği bir çağ.
Küreselleşme dünyanın sakinlerine bir ölümsüzlük deneyimi sunmakta. Bu yanılsamanın arkasında aslında bir rüyanın karabasana dönüşme ihtimalinin öyküsü var.
Bir an için ölümün kesintiye uğradığını düşünün. Eğer ölmezsek bir geleceğimiz olamaz ki…
Bir yandan turuncu renkli derileri içinde devrimler, karşıdevrimler, kara beyaz bilimum ütopyalar; öte yandan kaotik bir düzeni yayma savında olan küreselleşme…
Küreselleşme, öznenin tüm özerk alanlarını birbirleriyle iletişim içinde olan ve içerikleri sürekli birbirine akan su yataklarına dönüştürüyor.
Bu süzgeç, sıvı toplumunun küresel kültür akışkanlığının hangi boyutlarda gerçekleştiğine dair çok kesin bir fikrim yok.
Eski dünyada çoğu insan hâlâ coğrafi sınırlarla belirlenmiş topluluklar halinde yaşarken, kültürel akışkanlığın olduğu sıvılar toplumunda bu coğrafi sınırlar giderek anlamsızlaşıyor.
Kültürel heterojenlik hızlı bir vitesle kentsel bir arada yaşama modasının (fashion) nihai karakteristik özelliğine dönüşmek üzere.
Tüm bu koşulların semptomu olarak mülteci paniği bir salgın gibi yayılıyor.
Büyük göç karşısında yurttaşların geleneğe ya da alt kimliklere bağlanma eğilimleri, belirsiz, meçhul olanın korkusu ve hayat şeklini koruma isteği seçkinciler tarafından hiçe sayılıp küçümsenmemeli.
Göçmen kişi yer değiştirmez, sadece yeryüzündeki yerini yitirir, vatanından olmuştur ama yeni bir vatan da bulamamıştır.
Doku uyuşmazlığı içinde birbirini tanımayan yabancıların yanyanalığından oluşan modern toplumu bize dayanışma, empati ve çokkültürlülük toplumu olarak kakalamaya çalışanları fark ediyor musunuz? Oysa bazı sıvılar birbirine karışmazlar.
Geriye doğru büyük bir kalkışma ile karşı karşıyayız.
Evrenselci seçkinciler tarafından defalarca ve soğukkanlılıkla ihanete uğramış “avam”ın rövanş saati gelmek üzere.
Bu evrenselci seçkinciler içinde, büyük paradigma kırılmalarından sonra, çok kolay ekonomik liberalizme uyum sağlamış “kültürel bir sol” var.
Kültürel sol, seçmende bir çeşit demokrasi yorgunluğu oluşturdu.
Trump’un seçilmesini “ilerici neoliberalizm”e karşı yorgun seçmenin başkaldırısı olarak değerlendirmek mümkün . Bu otoriter popülist liderler radikal söyemlerle bu yorgunluğu seçmenin üzerinden silkelemek istiyorlar.
Otoriter, populist yöneticiler aslında, yabancı yatırımcıların, küresel anlaşmaların, uluslararası finansın, işgücü hareketliliğinin ve sermayenin esiri olmuş ulusal ekonomilerini tam olarak kontrol edemeyeceklerinin ayırdındalar.
İşte bu yüzden bu iktidarsızlığı kültürel arınma savının arkasına gizlemeye çalışıyorlar.
Seçmene, ülkelerinin kültürel arınma yoluyla küresel anlamda siyasi bir güce dönüşeceği vaadinde bulunuyorlar.
Sağcı, popülist, otoriterlik yanlısı liderler, ülkeleri dışında siyasi, sosyal ve ekonomik anlamda diğer dinci muhafazakarlar ve faşistlerle söylemsel olarak, küresel, mütüalist ilişkilerle birbirlerine bağlılar.
Herkesin birbirini bağırarak susturmaya ya da ikna etmeye çalıştığı bir çağda yaşıyoruz. İknanın ruhumuza uyguladığı, farkında olmadığımız yumuşak bir şiddet var.
Tüketim toplumunda etiğin, sosyal eşitliğin ve özgürlüğün bir şansı var mı?
Tanıtımla, reklamla, cazip çekici modalarla mutluluğu daha iyi ve kesintisiz bir dizi memnuniyetler bütünü olarak düşünmeye iten ikna cumhuriyeti, hayatımızı, sınırsız haz veren maddelerle dolu bir kaptan seçilen hediyeler yığını olarak algılamamızı sağlıyor.
Seçenekler mezarlığını özgürlük zanneden insanlarla birlikte yaşamak ne kadar anlamlı olabilir ki?
Ben ne kadar çok özgür olursam bir başkası o kadar az özgür olacak, kendi arzularıımı ne kadar iyi gerçekleştirirsem bir başkasının arzularını gerçekleştirme şansı o kadar kötü olacaktır. Ne kadar çok güven o kadar az özgürlük. Bir çeşit tahtaravelli adaleti ve denge(sizlik)si anlayacağınız. Zira tahtaravellinin dengede durduğu az rastlanmış bir şey.
Borçlanarak her şeyi almanın mümkün olduğu tüketim çılgınlığını özgürlük sanmak, tüketerek özgürlüğün zafere ulaştığı yanılsamasını veren bir toplumda yaşamak, duyarlı ruhlar için zor zanaat.
İnce bir buz tabakası üzerinde paten kayan birinin kurtuluş şansının ancak sürat yapmaktan geçtiği öğretisiyle birlikte uyum içinde yaşamak zor.
Ayrıcalıklı insanlar azınlığının oligarşik çağı bu. Sanatçı tiranların borusunun öttüğü bu çağda öznenin haz akışkanlığının kesintiye uğramaması için büyük haz gettoları oluşturulmuş. Çoğu ülkenin “klitoris” niteliğinde kentleri var.
Ekonomik savının yetersizliği çekincesini bir yana koyalım, sosyalizm kanımca oyun, eğlence, jartiyer, ruj, doyumsuz ruhlarımıza oyuncaklar ve haz üretmediği için çöktü. İkna sanatını bilmediği için çöktü.
Sosyal medya yoluyla bir kültürel kabileleşmeden söz etmek mümkün. Her şeyi bildiği için kimseyi dinlemeyen google enteli bu çağın ruhuna uygun bir protagonist.
Üstelik gerçek diyalog hemfikir insanlar arasındaki konuşmalardan ibaret değil ki. Sosyal medya yalnızlık ve terkedilmenin en büyük korku olduğu modern çağda kontrolün sizde olduğu yanılsamasını veriyor.
İnsanların çoğu sosyal medyayı birleşmek ya da ufkunu genişletmek için değil de sadece kendinkine benzer düşünceleri duyabilecekleri bir rahatlık alanı yaratmak için kullanıyor. Haz akışkanlığının olduğu bir platform olduğu izlenimi veren sosyal medyanın keyif verdiği için faydalı görünse de aslında arzu akışkanlığı peşinde olan özne için bir tuzak.
Ölümde akışkan mıdır? Akar ve gider mi her şey?
Peki bu kara ütopya çağında hem gerçekleri görmek hem de olasılıkların ayırdına varmak mümkün mü?
insan ilişkilerinin kırılganlığı üzerine bir çok şey söylemek mümkün.
İlerlemenin bireyci liberal tasarımı giderek eşitlik ve emansipasyon düşüncesinin yerini almakta.
Bazıları yaşam koşullarının kötülemesinin sebebini politik anlamda doğrucu insanların, siyahların ve müslümanların omuzlarına yüklemekte aceleci davranıyorlar.
Oysa Hilary Clinton’un cisimlendirip somutluk kazandırdığı feminizm ile Wall Street denen şey aynı şeydir.
Feminizm katılımcı demokrasi ve sosyal dayanışma idealinden koparak neoliberalizme yancı ve ona katkı sunar hale geldi.
İddia ediyorum Brexit ile İşid aynı öfkeden besleniyorlar.Demokrat liberallerin eşitlikçi söylemleri küreselleştikçe bu hınç ve kin duygusu büyüyor.
Akılcı (rasyonalist) özneye liberal-siyasal bir alan yaratmak umuduyla gelenek ve dine 18 yy dan beri toplumsal zemin kaybettiriliyor. Seküler modernitenin bu öncül söylemi şimdiye kadar sadece köktendinciler tarafından tehdit altında görülüyordu. Fakat şimdi bu söylem, merkez üssü yine laik modernite olan demogoglar tarafından tehdit altındadır.
Asıl burada sorun olan Charles Taylor, Michael Sandel, Christopher Lasch gleneğinden gelen köktenci sol mahallenin söylemi değildir. Sorun olan şey daha çok aynı işletmede çalışıyor olmanın erinci ve aynı sorunların yaralıdığı komşuluk ilişkileri içinde yaşayan insanlardan oluşan başka bir toplum tasavvurunun gerçekleşebilirliğinin zayıf olmasıdır.
Fakat bir parça mavi gökyüzü hala mümkün, Mao’nun dediği gibi, göğün altında büyük bir karmaşa ve düzensizlik var, anlayacağınız durum berkemal.
Batıyı refah devleti anlayışına götüren aslında Stalin korkusu değil miydi? Acaba diyorum, Trump ve benzeri sağcı popülistlerin yaydığı korku sol liberalleri buna benzer bir şeyler inşa etmeye sürükler mi?
Statik ve tek katmanlı olmayan günümüzün çok kültürlü ve kompleks toplumlarında insanların tanınmak istemeleri, kültürlerinin de kimliklerinin bir parçası olmasını istemeleri onların su içme, yemek yeme gibi bir ihtiyacı haline geldi, aidiyet yaşamsal bir olgu haline geldi.
Sosyal, hukuksal veya cinsel yeni tür bir emansipasyon projesi için, hayatın finansallaştırılmasına karşı yeni ve diri bir umut için, Bernie Sanders, Jeremy Corbyn, Syriza veya Podemos’ta anlamını bulan sol bu yeni ruhun kıvılcımı olabilir mi?
O kadarını bilmem ama, öğrenim görüp meslek sahibi olmak, evlenmek, yuva kurmak gibi alışılmış, sıradan konvansiyonel bir yaşam sürme olanağı yaratmanın günümüzde konvansiyonel olmayan tutumlar ve sıradışı bir köktencilik gerektirdiğini bu hareketler anlamış görünüyorlar.
Pek çok insanın yaşamındaki pek çok şey bir simülasyondan ibaret, yani gerçeklik daha önce ne idiyse onca felsefe ve düşünsel gelişmeye rağmen o kalmaya devam ediyor.
İnsan içindeki ötekiyi sevmeyi öğrenmeli, hayatında belli bir anarşi olmaksızın yaşamaktan sıkılmalı, bilinmeyene ihtiyaç duymalı; erdemlilik ve ahlaki olgunluk bence böyle bir şey.
Josef Kılçıksız, PhL (Tampere Üniversitesi, Felsefe Anabilim Dalı)
Mayıs, 2017, Helsinki
Bir cevap yazın