Onu ilk hangi filmi ile tanıdım ya da hangi filmi ile sevmeye başladım, hiç hatırlamıyorum. Bunlar
çok da önemli olmayan basit ayrıntılar zaten. Önemli olan her filmi ile, hayat verdiği her karakterle,
yediden yetmişe herkesin, ama özellikle de bizim kuşağın ve benim vazgeçilmezlerimizden biri olması.
Pek çok filmini her seferinde aynı tadı alarak döndüre döndüre izlediğim, bazı repliklerini ezbere
bildiğim, yarattığı her karakter ile kendini biraz daha aşan o müthiş karakter oyuncusu; Robin
Williams…Filmleriyle hayatımın bir parçası olmuş ve bana güzel anılar bırakmış, ölüm haberiyle ise
beni şoka uğratmış usta aktör… Lise yıllarında izlediğim, Ölü Ozanlar Derneği’ndeki sıra dışı ve idealist
öğretmen John Keating ile bana bir süre öğretmen olma hayali kurduran kişi…Patch Adams ile bir
doktorun asıl sahip olması gerekenin sağlam bir tıp bilgisinden önce koşulsuz insan sevgisi ve
merhamet olması gerektiğini bize anımsatan ve ‘iyi doktor’ kavramını yeniden sorgulamamızı
sağlayan adam…O filmi izledikten sonra o kadar etkisinde kalmıştım ki; yakın çevremdeki
doktorlardan tutun da, hastanede beni muayene eden hiç tanımadığım doktorlara kadar, nerede bir
beyaz önlüklü görsem hepsine “iyi bir doktor olmak istiyorsanız o filmi mutlaka izleyin” diye ahkam
kesmiştim. Boşanmaların çığ gibi çoğaldığı ve çocukların velayetini anneye verip kendi hayatını
yaşayan, sadece para vermeyi babalık sayan adamlara alışmaya başladığımız 1990’lı yıllarda,
Mrs.Doubtfire ile çocukları ile zaman geçirebilmek için her şeyi yapabilen, her kılığa girebilen ve böyle
babaların da olabileceğini düşündürerek içimize su serpen ideal bir baba modeli …Hep iyi ve komik
rollerde izlemeye alıştığım, Insomnia filminde soğukkanlı bir katil ve sapık olarak görünce çok
şaşırdığım, ancak performansına hayran kaldığım her rolün büyük oyuncusu… Ama en önemlisi de
Can Dostum (Good Will Hunting) ve Aşkın Günü (What Dreams May Come) filmlerinde eşi için
yaptıkları ve söyledikleriyle içimize işleyen o ideal aşık… Can Dostum’daki o efsanevi terapistin ölen
eşine duyduğu sevgiyi, iki ay boyunca bir an bile baş ucundan ayrılmadan bir hastane odasında
onunla birlikte ölümü çaresizce nasıl beklediğini ve gerçek kaybın işte tam da böyle bir şey olduğunu
anlattığı; birini bir aşkı sonsuza dek paylaşabilecek kadar çok sevmenin önemini vurgulayarak eşini
“Tanrının kendisini cehennemden kurtarması için indirdiği bir melek” olarak tanımladığı o tiradı,
dönemin liseli yeni yetmeleri olarak herhalde hiçbirimiz unutamamışızdır. Robin Williams’ın Can
Dostum kadar ön plana çıkmayan filmi Aşkın Gücü ise benim kişisel tarihimde ayrı bir yere sahiptir.
Çok sevdiği eşiyle mutlu bir evliliği olan doktor Chris Nielsen’ı canlandırdığı bu filmde yaşanan aşk
kadar cennet-cehennem kavramının işlenişi de beni çok etkilemişti. Eşine duyduğu o büyük aşk ve iki
çocuklarını trafik kazasında aniden kaybettikten sonra depresyona giren kadına verdiği destek bir
yana; kendisi de bir trafik kazasında öldükten sonra bile bağlarının kopmayışı ve bu kadar acıya
dayanamayan eşi intihar edip cehenneme gidince sırf onunla olabilmek için cennetten vazgeçip
cehenneme onu aramaya gitmesi benim için hem inanılamayacak kadar gerçek dışı, hem de
imrenilecek kadar güzeldi. Filmi sinemada izledikten sonra, yine önüme gelene anlatmış, günlerce
gerçek hayatta böyle bir aşk olup olamayacağını tartışmıştık. Ve o cennet-cehennem kavramı, o
görüntüler…Cenneti kendi hayallerimiz doğrultusunda yarattığımız, istediğimiz bedende ve yaşta var
olabildiğimiz, suyun altında yürümek ve uçmak gibi olağandışı her şeyi yapabildiğimiz muhteşem bir
renk cümbüşü içinde vermesi; cehennemin ise alıştığımız gibi alevlerle değil de, insanın aklını
kaybettiği, öldüğünün bile farkında olmadığı ve kendisi dahil hiç kimseyi tanımadığı tam bir
şuursuzluk denizi olarak yansıtılması…Bir nevi kayıp ve günahkar ruhlar silsilesi. Ve Chris Nielsen’ın
kendi cennetindeki o güzellikleri bırakıp sırf eşini bulmak için cehenneme gidişi, bulduktan sonra da
kendisini getiren rehbere “çocuklarıma söyle ben burada anneleriyle kalıyorum, annelerini terk
edemem” demesi. Sonrasında bu büyük aşkın karşılığında affedilip her ikisine de dünyada yeni bir
şans verilmesi. Ne kadar gerçek dışı olsa da, en inançsız ve duygusuz insanı bile etkileyebilecek kadar
özel bir konuyu beyaz perdeye o müthiş performansı ile yansıtmıştı yine Robin Williams. 18 yaşında
izlediğim filmin etkisinin 33 yaşımda hala sürmesi ve hayat bana bunun mümkün olamadığını kafama
vura vura öğrettiği halde ‘gerçek aşk’ denilince aklıma hala bu filmin ve o karakterin gelmesi de
bunun en güzel kanıtı.
Şimdi düşünüyorum da, sanırım hepimiz onun yarattığı karakterlerde kendimizden bir parça
bulmuş ya da onları eksikliğini hissettiğimiz bir figürün yerine koymuştuk. Hani kimimiz için o müşfik
baba, kimimiz için ise bizi deli gibi sevecek o ideal sevgili, hatta ruh eşi…Belki de bu yüzden bizim
kuşağın hayatında farklı bir yeri oldu. Her türlü değerin giderek yozlaşıp yok olduğu günümüzde,
canlandırdığı karakterler aracılığıyla sevgi, güven, vefa, şefkat gibi kavramları bize anımsattığı için
bu kadar benimsedik onu. Ama maalesef gerçek hayat ile sinemanın yarattığı illüzyonu birbirine
karıştırdık çoğu kez…Beyaz perdede gördüğümüz o karakterlerin gerçek hayatta da var olabileceğini
zannetme saflığımız bir yana; belki de Robin Williams’ı o müthiş karakterlerin bir toplamı olarak
görüp mükemmelleştirdik ve idealize ettik. Filmlerindeki gibi neşeli, hayat dolu, sevecen biri olarak
canlandırdık kafamızda. Onun çok farklı bir yapıda olabileceğini ya da en azından hepimiz gibi
sorunları, kusurları olan bir fani olduğunu düşünemedik. Belki de bu yüzden intihar haberi şok etkisi
yarattı. Öyle ya, o kadar neşeli ve filmlerinde bize sevgi dolu gülen gözlerle bakan biri nasıl intihar
edebilirdi? Halbuki kim bilir nasıl bir açmazdaydı, bizim gördüğümüz figürün arkasında nasıl dertler
vardı? Sonuçta arkasında bıraktığı soru işaretleriyle birlikte, kendi arzusu ile çekip gitti bu dünyadan.
Ben, kendi adıma onun yeni filmlerini göremeyecek ve hep hayal ettiğim gibi bir gün onunla
tanışamayacak olmanın büyük üzüntüsünü yaşıyorum…Ve her şeye rağmen, yine de o illüzyonun
arkasına saklanıp “Ah be Robin, senin gibi neşeli, sevgi ve hayat dolu bir insanın bile intihar ettiği bu
dünyanın anasını satayım” demek istiyorum. Umarım istediğin huzura kavuşmuşsundur…
Bir cevap yazın