Kadın yine aynı heyecanı yaşıyordu. Adamı görmeden önce, her yaklaşan adımında artan heyecanını yine yaşıyordu. Onu göreceği için mutluydu. Zaten onu göreceği zaman hep mutlu olurdu. Çok kötü bir gün de geçirmiş olsa, sadece adamı görme olasılığı bile tüm kara bulutları tepesinden savıp bir güneş gibi doğuyordu dünyasına. Adamın sıcacık gülümsemesini düşlemeye başladı. Yarım saat kadar sonra o gülüş gözlerinin önünde olacaktı. Baktıkça bir balık olup korkusuzca kendini uçsuz bucaksız okyanuslara bıraktığı, kuş olup gökyüzüne havalandığı, güneş olup baharı getirdiği, dünyanın en samimi gülüşüne varmasına sadece yarım saat kalmıştı. İstediği tek şey o gülüşle her zerresini ıslatmaktı.
Hava soğuktu. Kar yağıyordu lapa lapa. Karı çok severdi. Kar onun için masumiyetin heykeliydi, kimsenin yıkamadığı, çok gizli bir yerde ama herkes tarafından görülen masumiyet heykeli. Kirlenmiş her şeyi temizlemek istercesine; her şeye rağmen tüm kötülüklerle, siyahlarla bıkmadan usanmadan kavga eden, gökten yağan bembeyaz iyilik elçisi… Dünyanın kararmışlığına inatla hep beyazdır. Zaten ne varsa gökyüzünde vardı. Sonsuz mavi de, özgürlük de, gökkuşağı da hep gökyüzünde. Saflıktı kar. Kadının aşkı gibi. Bizden bir şey beklemeden yağar vakti gelince. Sesini bile duymayız, rahatsız etmez. Vakti gelince yine usulca giderdi. Evet, soğuktur. İnsanlar birbirine sarılıp ısınsın diye soğuktur. Şarap içip duygularını iliklerine kadar hissedebilsinler; kırmızının tutkusunu beyazın masumiyetiyle hissetsinler, kirletmesinler o eşsiz duyguları diye. Isınmak için aynı battaniyeyi paylaşırken aynı hissiyatları paylaşsınlar diye.
Kadının elleri cebindeydi. Cebindeki bozuk paralarla ritim yapıyordu kulağındaki müziğe uyumlu bir şekilde. Sokak lambaları ağzından çıkan buharı görmesine yardım ediyordu. Kadın bunu çok seviyordu. Akşamın karanlığında loş sokak lambalarının altında kendini müziğe ve hayallerine kaptırarak saatlerce yürüyebilirdi. Hele bir de kar yağıyorsa hiç yorulmadan sokakları eskitebilirdi. O sokakların sonunun adama çıkacağına bilmek kadını coşkulandırıyordu. Sokaklar sanki harikalar diyarına giden patika yollardı. Bastığı her yerde çiçekler yeşeriyordu.
Adamın evine yaklaştıkça adımları hızlandı tıpkı nefesi gibi. Her seferinde böyle oluyordu. Aynı sokak köşesinde başlıyordu dizlerinin bağı çözülmeye. Aynı apartmanın önünde. Mavi apartman. Gündüzleri apartmanın tepesine bakınca sonu görünmüyordu, gökyüzünün maviliğine karışıyordu. O köşeden adamın evi beş dakika kadardı ama sanki o noktaya gelince şehrin diğer köşesine gelmiş gibi oluyordu. Bitmiyordu o yol. Adım attıkça uzaklaşıyordu sanki. Hızlandı. İçi içine sığmıyordu yine. Adamın oturduğu apartmanın önüne gelince durdu. Derin bir nefes aldı. O apartman kadının aşkını biliyordu, kaldırım taşları da öyle. Sarhoş olduğu bir gün anlatmıştı onlara. Adamın evine gidip ona olan duygularını anlatacaktı. Alkol cesareti işte. Ama adam evde yoktu. O da kaldırıma oturup apartmana haykırdı aşkını adama anlatsın diye. Kaldırım taşlarını tembihledi ayağının altında sağlam dursunlar, adam düşmesin diye. Adamın odasının karşısındaki ağaca söylendi, neden hep yeşil değilsin diye. “Dallarında hep bir serçe olsun, kuş cıvıltılarını çok sever.” demişti. Tüm sokak biliyordu kadının hislerini. Ağaçlar, apartmanlar, kaldırım taşları hep birbirine anlatıp arkasından kadının dedikodusunu çoktan yapmışlardır çünkü. Varsın konuşsunlar. Kadının umrumda değildi.
Apartman kapısının önüne geldi. Adamın adının ve soyadının olduğu zilin üstüne bastı. Bi’ beş saniye kadar sonra otomata basılmıştı. Hemen açılıvermişti kapı. “Kim o?” cümlesini duymadı megafondan. Adamın onu beklediğini biliyordu. O çağırmıştı çünkü. Apartmandan içeri girip merdivenleri ağır ağır çıkmaya başladı. İstemsizce gülümsemeye başlamıştı artık. Heyecanını hiçbir zaman gizleyememişti. Son düzine merdivenin başına geldiğinde adamın kapının önünde onu beklediğini gördü. Yüzünde kocaman gülümsemesi ve tüm dünyayı aydınlatmaya yetecek kadar ışıldayan gözleriyle adam onu bekliyordu. Kadın yavaş yavaş son merdivenleri de çıkıp adamın karşısında durdu. Adam “Hoşgeldin.” dedi öpülesi ses tonuyla. Eliyle içeriye davet edip kapının kenarına çekildi kadın girsin diye. Kadın zaten evi biliyordu. O paltosunu çıkarırken adam salona geçti. Selamlaşmadılar öyle herkes gibi, sarılıp yanak yanağa değdirip samimiyetsizce selamlaşmadılar. Birlikte çok vakit geçirmişlerdi ama hiçbir zaman selamlaşmadılar. Onlar gülüşleriyle selamlarlardı birbirlerini hep. Aralarında böyle özel bir selamlaşma vardı. Samimiyetsiz el sıkıp yanak değdirmekten öte, içten bir selamlaşmaydı bu ama aynı zamanda temasa geçmelerini engelleyen tuhaf bir bariyerden kaynaklı gibiydi. Kadın herkese yaptığı gibi onun da elini sıkıp selamlaşsa sanki hisleri elinden akıp gidip onun avuçlarına dolacak gibi hissettiği için bundan hep kaçınırdı. Ayrıca onu herkesleştirmek istemiyordu. Sadece ikisine özel tek şey bu selamlaşmaydı, onun büyüsünü bozmayı hiç istemedi.
Kadın salona girdi. Adamın karşısındaki koltuğa oturdu. Aralarında orta sehpası duruyordu. Kadın o sehpayı hep çok beğenirdi. Biraz antika, biraz modern bir havası vardı. Adam kadına baktı, “Şarap ister misin?” diye sordu. Kadın; “Şarabı severim bilirsin, hayır diyemeceğim.” diye yanıtladı. Adam şarabı almak için içeri gitti. O sırada kadının gözü adamın oturduğu koltuğun yanındaki sehpanın üzerinde duran kitaba takıldı. Kadının verdiği kitaptı bu. Kadın en sevdiği kitabı hediye etmişti adama bir süre önce. Ona karşı olan hislerini okuduğu cümleleri de çizmişti hep. İçine de not yazıp adamın kapısına bırakmıştı. Amacı sadece onu mutlu etmekti. Herkesin sahteliğine rağmen bu kadar gerçek ve samimi olduğu için bir teşekkürdü bi yandan da. Kitabı görüce iyice heyecanlandı kadın. Bi’ sigara yaktı. O sehpanın üzerinde duran basit bir kitap değildi. Onun duygularıydı orada duran. O kitap çok önemliydi kadın için. Tüm duygularını ve benliğini o kitabın sayfaları arasına koymuştu. Adam, kadındaki kendini bulmuştu o gün kapı önünde aslında.
Adam elinde şarap ve iki kadehle geldi. Kadına verdi kadehlerden birini ve doldurmaya başladı. Ne güzeldi elleri. Sanki şaraba kırmızı rengini o eller veriyordu. Kadın adamın zaten çoktan ezberlemiş olduğu ellerini hayranlıkla inceledi yine şarabı koyarken. Her zerresine ayrı anlamlar yüklüyordu ve elleri dokunduğu her şeye can veren sihirli bir değmekti sanki. Adam yerine oturdu sonra ve kendi kadehini de doldurdu. Kadının gözleri tekrar kitaba ilişti. Adam kadehi dolunca kadına baktı ve kitaba baktığını farketti. Gülümsedi. Alıp aralarındaki sehpanın üstüne koydu kitabı. “Teşekkür ederim.” dedi ve özenle koyduğu yerden başka bir kitap çıkarıp kadına verdi; “İşte cevabım”. Adam, kadının çizdiği cümlelerin mânâsını çözmüş olacak ki cevap veriyordu. Kadın ne diyeceğini bilemedi. Bir kaç saniye öylece adamın yüzüne baktı. Küçükken annesinin makyaj malzemelerini kullanırdı, annesi anlayıp sorunca da yakalandığı için kafasını eğerdi tatlı bir mahçuplukla. O günlere döndü. Birden o küçük kız çocuğu oluverdi. Yakalanmıştı. Kafasını eğdi tıpkı küçük bir kızken yaptığı gibi. “Altı çizili cümleleri umarım seversin.” dedi adam.
Hayır, şimdi olmazdı. Cevabı duymak için çok erkendi. Hem kadın bir cevap beklememişti ki. Kadının adam için yapmak istediği şeyler vardı daha ve onları da yapmadan orada son bulamazdı. Çünkü adamın bakışlarından anlamıştı konuşmanın içeriğini. “Olmaz” diyecekti adam. Ama olmasını istediği bir şey yoktu kadının. Cevab olur ya da olmaz değildi. Cevabı sadece mutlu olup olmadığıydı. Kadın konuşması gerektiğini anladı. “Hayır, bir cevap vermek zorunda değilsin. Cevap vermeni beklemedim çünkü. Sadece mutlu ol istedim. Onca yalan dolan insan içinde ne kadar gerçek olduğunu bil ve değerli hisset istedim. İnsanların kirlettiği o tarifsiz duyguların üstünde ne kadar anlamlı durduğunu gör istedim, sana ne kadar yakıştıklarını… Bir şey söyleme. Söylemeni isteseydim seni romantik bir akşam yemeğine davet edip öyle konuşurdum. Tek merak ettiğim şey mutlu olup olmadığın. Aklımda seni mutlu etmek için yapmayı planladığım şeyler var. N’olur bunlara engel olma. O yüzden bir şey söyleme. Belki yapacak cesareti bulamam kendimde ama olmaz deyip hayallerimi bitirme. Çünkü hayallerim benim en büyük hazinem. Onları benden çalma. Ben, senin bana karşı ne hissettiğini senden duymak istemiyorum. Çünkü biliyorum zaten. Ben seni anladım çünkü. Ben seni hep anladım zaten sen konuşmadan. Ama sesinle hayat verme o kelimelere, hele ki yazılı bir cevap hiç verme. Sesini belki unuturum ama o cümleler hep altı çizili kalır. Ben biliyorum seni. Ama n’olur bırak ben bileyim, sen söyleme.”
Adam kadının hisleri karşısında savunmasız kaldı. Kadının lafını kesti; “Neden?” diye sordu. “Neden beni sevdin?”. Kadın gülümsedi dudağının sağ kenarıyla. Gözleri verdiği kitaba daldı birden. Onu ilk gördüğü ana gitti. “Çünkü ben seni ilk gördüğümde, insanların sende yıllar sonra keşfettiklerini bi’ anda keşfettim. Sen sanki bilinçaltımda vardın. İnsanların seni anlamalarını isteyen sessiz çığlıkların vardı. Ben o çığlıklara koştum. Ben seni hep anladım ve sen beni hiç yanıltmadın. Çok tuhaftı. Seni hiç tanımıyordum ama yıllardır da tanıyordum sanki. İlk defa böyle bir insanla karşılaşmıştım. Etrafındaki kalabalığa rağmen yalnızlığı seçmiştin, deniz kenarında yürüyordun. Kalabalıktın ama bir o kadar da tek başına. Umudunu yitirmek üzere gibi bi’ halin vardı. Tüm insanların ‘herkes’ olduğuna, kimsenin gerçek kalmadığına inanmak üzereydin. Geç kalsam sen de pes edip herkesleşecektin belki. O sırada yolumuz kesişti. Ben de o denizin kenarında yürürken insanların her şeyi kirletmesinden yakınıyordum; mavileri, yeşilleri, duyguları, kendilerini… Umudumu kaybettim diyordum ama sol yanımda bir yer hâlâ bu umutla yeşeriyordu. Ben de tam o sırada seni gördüm işte. Kirletilmiş bütün o duyguların en temiz, el değmemiş yerlerinden getirdin bana. Gözlerinden akıttın içime. Sonra konuştuk, sen de beni anlamıştın sanki. Sesin… Sesini defterlerin arasına koyup saklamak istedim. Bakışların öyle derindi ki beni bilmediğim bir yere çekti. Bilmediğim ama aslında çok iyi de bildiğim bi’ yer. Bembeyaz. Karın masumiyetiyle kaplamış. Ama bir o kadar da rengarenk. Tüm renklerin en güzeli orada. Ben hiçbir okyanusta görmediğim güzellikteki maviyi orada gördüm. Yürümeye doyamadığım bi’ yol vardı, her adımda keşfedilecek milyonlarca şey olan. Keşfettikçe özgürleştiğim bi’ yol sanki. Sonra sen bana her baktığında ben o yolun ortasında buldum hep kendimi. Gülüşün bana kanat taktı, aldı bulutlara çıkardı ve o günden beri gökyüzündeyim. Sen gülünce her şeye tepeden bakıyorum. Güneşin her zerremi ısıtmasının keyfini çıkartıyorum. Gökyüzünün sonsuz maviliğinde kayboluyorum..”
Adam hayranlıkla kadını dinledi. Üzerinde uzun zaman uğraşılmış bir aşk romanı cümleleri gibiydi. O ucuz romanın herkesin kalbine sızan en dokunaklı kısmıydı bu konuşma da.
“Gökyüzü senin için ne kadar mavi?” diye sordu adam.
“Kuşlar senin için ne kadar özgürse.” dedi kadın.
“Peki ya balıklar” dedi adam, “balıklar da maviye sevdalı.”
“Ama onlar kuşlar kadar özgür değil, onların mavisi sınırlı. Ama ben bir martı oldum. Maviden uzak kalamam. Ya gökyüzünde sonsuzluktayım ya da denizlerin üzerinde simit beklerim senden.”
Adam bi’ sigara yaktı. Bir duman çektikten sora küllüğe koydu ve kadının yanına oturdu. Verdiği kitabı geri aldı. Saçlarını kokladı kadının derin bir nefesle. “Saçların deniz kokuyor.”
Bir cevap yazın