Gökyüzü dumanla kaplanmış gibiydi. İçimde bir huzursuzluk, sanki güneş bu sabaha ölü
doğacak gibiydi. Yalnızdım. Üst komşunun karısı yine dayak yiyordu. Duvarlarım sanki ağlayan
kadının sesiyle yankılanıyordu. Duymamaya çalıştım lakin içimden bir ses kadına yardım etmemi
söylüyordu. Üstüme bir gömlek giyip yukarı çıkacaktım ki az sonra sesler kesildi. Salona geri
döndüm. Kalitesiz bir şarap çıkardım dolaptan. Yavaşça bir kadeh seçtim yeni aldıklarımdan.
Kırmızı şarabın cam bardağın içinde dansını izledikten sonra dudaklarımı onunla ıslattım. Sarhoş
olmak için erken bir vakitteydi gökyüzü. Tan daha ağarmamış, bulutlar kefen beyazını üzerine
takınmıştı. Yapacak bir işim yoktu. Hastaneden yeni çıkmıştım ve kimse deli önlüğü ruhuna lanse
edilmiş bir kadına iş vermezdi. Saçlarım hastaneye girmeden önce belime kadar geliyordu ancak
şimdi kısacık kestirmiştim. Elime bir terzi makası kondurmuş ve tüm saç tellerime veda etmiştim.
Şimdi kendimi daha da iyi hissediyordum. Aynaya bakmak için sebebim yoktu. Hem zaten
saçlarım rüzgarda kabarıyordu. Sorun değildi. Bedenim güzelliğin tanımına uysa bile ruhum bir
delikte kirleniyordu. Bu sabah bir mektup almıştım ancak uykulu gözlerimi satırlara henüz
dokundurtamadım. Zarf masanın üzerinde duruyordu. Kimden geldiği yazmıyordu. Arkasına bir
pul yapıştırılmış, öylece cam masanın üzerinde duruyordu. Altıncı kadehimden sonra bedenimi
masaya sürükledim. Parmaklarımın ucuyla zarfa dokundum ve canını yakmaktan korkar gibi
hafifçe yırttım. Bir sigara yaktım. Ve dudaklarıma bir fısıltı yemini ettirip okumaya koyuldum.
Bu mektubu yazmam hala ölmediğimin ve acıda olsa bir şekilde nefes alış
verişlerimin normale döndüğünün belirtisidir. Eğer sende bunu okuyabiliyorsan ne
mutlu ki şahsıma nefret duyuyorsundur. Nefret ve duymak. İkisi de birbirinden ne
kadar da zıt kelimeler değil mi? Lakin bir araya geldiklerinde mantıklı bir bütünün
parçalarını oluşturabiliyorlar. Tıpkı senin ve benim gibi. Ancak bir araya gelemedik
biz. Şüphesiz ki sana karşı içimde hiç bir duygu dahi yoktur. Yalnız, senin bana
benzediğini biliyorum ve içinde olan nefreti öldürmek istiyorum. Zihnim bana
seninle buluşmamı ve loş bir odanın bünyesinde sana olanları anlatmamı
söylemişti. Buna cesaretim yok, yüzünü görürsem tüm bu deli saltanatım senin
gücüne secde eder.
Annem beni doğurduktan sonra ölmüştü. Onu hiç tanıyamadım ve yüreğim hiç bir
zaman onun sevgisiyle dolmadı. Babam başka bir kadınla evlendiğinde üç
yaşındaydım. Eski bir kulübede yaşıyorduk. Eski dediğime bakma. Biz bu çatının
yukarıda durması için savaşıyorduk! Dört kardeştik. Ben en küçüktüm. Zayıf,
çelimsiz ve bir gölge kadar sönüktüm. Büyük kardeşlerimden sık sık dayar yerdim.
Üvey annemden de. Babam çapkın bir adamdı. Ancak bir çapkına göre fazla
varlıklı sayılmazdı. On yedi yaşıma basmıştığımda güzel bir yüze sahip
olamamıştım. Lakin evlenmem gerekiyordu. Hayatın kendisinden değil, ama
yarattıklarından kurtulmam gerekiyordu. İnan bana bu baskı ve öfke hiç bitmiyordu.
Onu gördüğümde kıvırcık saçları ve parlak bir zekası vardı. Üstelik ailesinin
kazançları hatırı sayılırdı. Benim farkıma vardığında ve yüzüme bir gülümseme
kondurduğunda içimde umudun hiç batmayan güneşi doğmuştu. Bir çeşmenin
başında buluştuk. Gel dedim. Beni babamdan iste dedim. Gözlerime biraz yaş
kondurdum ve adamın vicdanına dokundum. Çok geçmeden gelmişlerdi. On sekiz
yaşındaydım. Üzerimde bir gelinlik ve kurtuluşumun baharındaydım. O on dokuz
yaşındaydı. Aradan zaman geçti ve bir kızım oldu. Bedenim kendini yeni
toparlarken ve gözlerim artık hayata bakma cesareti bulurken içimden çıktı ve ben
henüz ışıkları yakamamışken ruhum tarafından kabule zorlandı. Doğmasını
istemiyordum. İçimde hiç görmediğim bir sevgi vardı. Ve ardına bütün kapılar
kapalıydı. Ben o labirentin içinde yolumu bulmaya çalışırken bocalıyordum. Kızımı
adamın ailesine bıraktım. Ve tırnaklarımı yine adamın bedenine saplayıp başka bir
şehre yol aldım. Bir iş kuracaktım ve ezilmeyecektim. Param olacaktı. Belki güzel
kıyafetlerim. Adam ağlamıştı veda ederken. Ben düşünmüyordum. Ne olduğu
bilinmez lakin gülüyordum. Dört yıl kadar hayata direndim ve kızımı hiç
düşünmedim. Yanıma gönderdiler, henüz beş yaşındaydı. Bana alışması hiç de
zaman almadı. Ancak öfkemi kontrol edemiyordum ve bütün hıncımı onun
bedeninden çıkarıyordum. Adam genellikle eve gelmiyordu ve ben bana yapılan ne
varsa kızıma yapıyordum. Çok sürmedi ki benim para tutkum ve doyumsuzluğum
adamı hapse sürükledi. İyice yalnız kaldım. Koca bir şehirde sadece kızım ve ben
vardım. Ve büyüyordu. O kadar hızlı geçiyordu ki zaman, korkuyordum. Ona olan
nefretim bitmiyordu. Çünkü bu kız çocuğu uğursuzdu. Ölmesini istiyordum. Sanki
hiç doğmamış gibi. Adam on sene hapiste kaldı. Onu ziyarete gittiğimde
kusmamak için mideme tırnaklarımı sapladım. Tahliye haberini alacağımı
hissettiğim an kızımı tekrar bıraktım. On dört yaşındaydı. Ve bir daha da onu hiç
görmedim. Çünkü ölmüştüm. O eve hiç geri dönmedim. Arkamdan ağladığını ve
koştuğunu görüyordu gözlerim. Lakin ellerim o kadar doluydu ki, dönüp son kez
sarılmadım.
Şimdi her şeyi biliyorsun kızım. Şuan da yirmi üç yaşında genç ve hastalıklısın. Tıpkı
benim gibi. Lakin unutma. İçinden çıkan ne varsa senden bir parça götürür. Sen benim en
büyük parçamdın. Benden o kadar çok şey götürdün ki kollarım tutamadı seni. Ellerin
büyüdü diye tutamadım ellerini. Kızma bana. Ben kendime bunu yeterince yaptım. Bu
mektup şuan yaşamadığımın belirtisidir. Bu satırları okuyan gözlerinde senin yaşadığının.
Yavaşça koydum kağıdı masaya. Gözlerim ağrıyordu. Canım yanıyordu. Üşüyordum. Hayatın ve
yaşadıklarımın acımasızlığı o kadar soğuk geliyordu ki baharın ortasında titriyordum. Kalktım
masadan. Adımlarım holü doldurdu ve odama doğru ilerledim. Üst kattaki adam yine karısını
dövüyordu. Gömlek hala üzerimdeydi.
Bir cevap yazın