“Çiçeklerim vaaar! Güller, nergisler, karanfiller, laleler… Sevdiğinize çiçek alın sevindirin, gününüz de gönlünüz de şenlensin!” Tezgâhındaki renk renk çeşit çiçeklerini satmaya çalışan Nebahat’ın bu nağmeli çağrısı, yoldan gelip geçenlerin dikkatini çekiyor, bu sonbahar akşamında çiçeklerin görünümü ve kokusu insanları cezbediyordu. “Asma suratını, gül kardeşim gül! Bak son beş tane kutulu kırmızı gülüm kaldı. Kuru kuruya ‘Seni seviyorum’ demekle olmaz. Gülünü al, sevdiğinin gönlünü çel!” diye takılıyordu gelen geçene. Tezgâhın önü kalabalıklaşmıştı. İnsanlar hem gülümsüyor, hem de değişik çiçeklere talip oluyordu. Kimi mis kokulu sümbülleri, kimi pembe beyaz karanfilleri istiyordu. O son beş gül ise, beş ayrı hikâyeye duygu oldu.
Saime, tezgâha yaklaştığında, çiçek alacak parası olup olmadığını kontrol etmek için çantasını karıştırdı. Reçeteyi gördü. İlaçları alacaktı daha ama güle yetecek fazladan bir miktar parası vardı. Hiç düşünmedi. Çiçekçi kadından aldığı kutulu kırmızı gülü, elinde taşıdığı geniş ağızlı çantaya koydu ve hızlı adımlarla durağa doğru yöneldi.
Kenan, aldığı kırmızı gülü, elinden tuttuğu, altı yaşlarındaki, sarı kıvırcık saçları şapkasının altından taşan, kız çocuğuna verdi: “Zehra’m sen taşı bunu yavrum. Annene sen verirsin, çok sever kırmızı gülleri.” dedi. Hafif kamburu çıkmış, kır saçlı adam ve küçük kızı, yokuşa doğru yavaş yavaş yol alıp, gözden kayboldular.
Lise çağlarındaki bir çift, el ele tezgâha yaklaştı. Delikanlı, çiçekçi kadınla konuşup, güllerden birini satın aldı. Geride durup, merakla onu izleyen kız arkadaşına çiçeği hediye ederken de: “Funda, aşkım, bak kırmızı gül ‘seni seviyorum’ demekmiş. Bu ilk günümüz hiç unutulmasın” dedi. Genç kız ise utangaç bir teşekkürle gülü alırken, heyecanı, kızarmış yanaklarından anlaşılıyordu. Birlikte köşedeki kafeye girdiler.
Sırtında okul çantasıyla, çiçekçiye yaklaşan örgülü saçlı, sekiz on yaşlarındaki kız çocuğu ise “Teyze, bu kadar param var, gül almaya yeter mi acaba?” diye avucundaki paraları gösterdi çiçekçi kadına. “Bir bakalım güzel kız, kime alıyorsun sen bu çiçeği?” sorusuna, “Anneme götüreceğim, bugün doğum günü de. Çiçekleri çok sever annem. Benden önce iki tane bebeği olmuş, hep çiçek isimleri koymuş çocuklarına ama onlar yaşamamış. Ben tek çocuğum, adım da Gülcan. O yüzden gül almak istedim anneme.” dedi sevimli sevimli. Nebahat’ın kanı ısınmıştı ufaklığa: “Güzel Gülcan, koy paralarını cebine bakalım, anne için çiçek benden olsun bugün” dedi ve neşeyle evine giden kızın arkasından sevgiyle baktı.
Akşam karanlığına kadar çiçekçi tezgâhı hareketliydi. Sümbüllerden, papatyalara, karanfillerden, frezyalara pek çok çiçek satıldı ama son gülü alan olmadı. Akşam olup da, toparlanıp giderken, Nebahat, o son gül kutusunu ayırdı kenara, soktu hırkasının içine.
Saime, eczaneden aldığı ilaçlarla birlikte, çantasındaki kırmızı gülü hastanedeki kızına götürdü. Yatağın başucuna bıraktığı çiçeğin, yaşamının baharında, yakalandığı hastalığın etkisiyle bir deri bir kemik kalmış, biricik yavrusunun gözlerinde, bir an için bir sevinç ışığı yaktığını görmek, Saime için paha biçilemeyen bir duygu olmuştu. O gün, kızının saçsız başını okşarken mırıldandığı şu türkü, yıllarca ağıt olup, takılıp kalacaktı Saime’nin diline: “Kırmızı gül demet demet/ Sevda değil bir alamet /Balam nenni, yavrum nenni/ Gitti gelmez ol muhannet / Şol revanda balam kaldı/ Yavrum kaldı, balam nenni.”
O gün Kenan, kızı Zehra ile birlikte, bir yıl önce kaybettiği eşinin mezarına gitti. Zehra, kutusundan çıkardığı kırmızı gülü annesinin toprağına bıraktığında, kederli baba gözyaşlarını zapt etmeye çalışıyordu. Zehra’nın kulağında ise annesinin sesi çınlıyor, “Bir varmış bir yokmuş…”diye başlayarak anlattığı masalları hatırlıyordu küçük kız. Zehra, ilerleyen yıllarında ve annesinin hatırasını yâd edişinde: “Bir varmış bir yokmuş, masalların tek gerçek cümlesiymiş meğer!” diye düşünecekti yüreğindeki özlemle.
Yeni yetme genç âşıklar, akşam olup da kafeden ayrıldıklarında Funda, kutuyu kalbinin üstünde taşıyordu. Evine döner dönmez, kutudan çıkardığı gülünü en sevdiği şiir kitabının arasına saklayan genç kız, ilk aşkından hatıra olarak kurutacağı çiçeği için, Edip Cansever’in ‘Funda Oteli’nin yer aldığı sayfayı seçti. Yıllar sonra bir gün kitabın arasında, yaprakları kurumuş o kırmızı gülü bulduğunda, içini çekerek okuyacaktı sayfadaki şiiri: “Adını Funda Oteli koy/ Sevdamızın da adını/ Ayakları dibinde gün batımının/ Ve ağzında binlerce güneşin tadı/ Dilinin ucunda yalnızca kendi adın/ Çünkü sevdikçe beni, sen kendini tanıdın.”
Gülcan, eve gittiğinde kendisini kapıda karşılayan annesine “İyi ki doğdun anneciğim” diyerek, arkasında gizlediği gülü uzatıp, öpücüklere boğduğunda, kadının mutluluktan gözleri yaşarmıştı. O akşam çekilen mutlu aile fotoğraflarında, elinde kırmızı gülüyle gülümseyen annesini çok özledi sonraları Gülcan. Yetişkin bir genç kadın olduğunda, kendisine yabancı gözlerle bakan ve türlü çiçek isimlerini sıralayıp da, biricik kızının adını hatırlayamayan annesine, yıllar yılı şefkatle ve sevgiyle bakacaktı. O neşeli anıların kırmızısı albümlerde solarken, güllerin dikenleri de hep Gülcan’ın yüreğini acıtacaktı.
Nebahat ise hırkasının içine sıkıştırıp kendine ayırdığı gülünü, eve gider gitmez vazoya koydu. Kocası onu, oğluyla bırakıp terk edip gideli bir yıl olmuştu. Çiçekçilik yapıp ayakta duran güçlü bir kadındı o. Aynadaki görüntüsüne, esmer tenine, kaşının kenarındaki benine, yemenisini attığında salınan dalgalı siyah saçlarına baktı. Bir mani döküldü dilinden: “Gül idim hare düştüm/ Bülbülüm zare düştüm/ Kınamayın a dostlar/ Vefasız yâre düştüm.” Dudağının kenarındaki kederli kıvrımı, bir anda muzip bir gülümsemeye döndürdü: “Eh be Nebahat, güzel kadınsın, harbi kadınsın. Seni bırakanlar utansın be! Bu gül de benden sana gelsin. Severim seni kız!” diyerek aynadan kendisine bir öpücük gönderdi. Yapmacık kahkahasına karışıp taşan gözyaşını, elinin tersiyle silip, yüzüne her zamanki kaygısız ifadeyi yerleştirdi ve mutfağa geçti. O akşam ve sonraki her yıldönümünde, vazoda bir kırmızı gül Nebahat ve oğlunun sofrasına eşlik edecekti.
Bir cevap yazın