Üzerime kapılar kapananı yıllar olmuştu. En son ne zaman bir insan görmüştüm, inanın hiç hatırlamıyorum. Tek bildiğim şey şu tahta kapıya kilit vurulalı uzun zaman olduğu…
Biliyor musunuz? Burası bir dönemin en işlek kütüphanesiydi. Gece gündüz tıklım tıklım olurdu. Aradığınız kitabı bulduysanız, ayakta kalmadıysanız sizden şanslısı yoktu. Günün değişik saatlerinde gelen insanları gözlemlemek o zamanlar en büyük zevkimdi. Gündüz gelenler daha basit araştırmalar yaparlardı, acelecilerdi, işlerini halledip dönerlerdi. Peki, gece gelenler öyle miydi? Tabii ki hayır! Onlar daha ağır hareket eden, üstelik sabah gelenlerle kıyaslandığında aralarında nesil farkı olan kendinden emin insanlardı.
Üzerime bir zırh gibi kapılar kapanmadan önce tam karşımda duran, yer yer verniği soyulmuş, ceviz ağacından olma masa; kütüphanenin uğrak noktasıydı. Danışmaya yakın olmasından mıdır, kapının tam karşısında olmasından mıdır, bilinmez üzerinde pek çok insanı misafir etmişliği vardır. Fark ettiyseniz diğer masalar onun kadar vernik yememiş, onun kadar yıpranmamıştır. O farklıydı, benim gibi… Bana baksanıza bir, ben de farklı değil miyim o masa gibi?
Her yaz Cemal Efendi’nin kâbusu olmuştu, masa. Yazları kütüphanenin sayım ve tadilat döneminde Cemal Efendi’yi en çok bu yormuştu. Diğerlerinin ufak tefek tadilat işleri olurdu fakat onun deyimiyle bu lanet masanın işi hiç bitmezdi. Ayak vidalarının sağlamlaştırılması bir dert, bahçeye alınıp zımparalanarak anadan üryan bir insana dönüştürülmesi ayrı bir dert, hele ki vernik ve boyayı kabullenmesi bambaşka bir dertti.
Üzerime kapılar kapanmadan hatta kapıların üzerine şu uzun tahtalar çivilenmeden önce, karşımdaki kahverengi dolap güneşin tüm ışıklarını sömürürdü. Güneş ışınlarının dikine geldiği saatlerde bu raflardan kitap aramak bir eziyetti. Göz kamaştırıcı ışığa çözümse gördüğünüz bordo renkli kadife perdelerdi. Gelmez olaydı o perdeler diyeceğim ama iyi ki geldi. En azından ben dâhil çoğumuzu mutlu etti. Yazları fazla sıcağı, kışlarıysa soğuğu ve rüzgarın ıslığını kesti. O perdeler gelmeden önce ben yönümü bulmakta epey zorlanıyordum.
Kütüphanenin o cıvıl cıvıl zamanlarını özlüyorum. Keşke hanımefendi bu dünyadan göçüp gitmeseydi, keşke evlatları sahip çıksaydı anacığının ata yadigarı kütüphanesine… Boşa dememişler evladın, her şeyin hayırlısı diye… Hanımefendi yaşasaydı burası böyle soğuk ve ıslak olmayacak, küf kokmayacaktı. Işıl ışıl, tertemiz, hayat dolu olacaktı. Bu benim işime gelir mi? Duruma göre değişir.
Peki, ben kimim, bu kadar şeyi nereden biliyorum? Yolda görseniz üzerine basıp ezeceğiniz, midenizin bulanacağı bir kağıt böceğiyim. Nam-ı diğer gümüş böceği… Aynı zamanda çocukluğumdan bu yana bu kütüphanenin her türlü hâlini görmüş bir canlıyım. Kütüphanenin en şatafatlı zamanında hayatta kalmak için epey mücadele eden, kütüphane kapandıktan sonraysa ömrü uzayan bir böceğim. Bu karanlık, nemli, soğuk ve boğuk ortamda hayatta kalmamı sağlayan, hanımefendi ve ailesinden Allah binlerce kez razı olsun. Onlar bu kitapları buraya kazandırmasaydı ben karnımı neyle doyuracaktım? Neyle sefamı sürecektim? Neyle bir tarihe tanık olacaktım? İyi ki onlar bu dünyadan geçmişler ve iyi ki hayatımız kesişmiş.
İlknur GÖK GÜLTEKİN
Bir cevap yazın