Boşluğa doğru konuşuyordu darmadağınık olmuş beyaz saçlarıyla. Ne konuştuğunu anlamak mümkün değil. Tamamlanmamış cümleler sırası değişmiş kelimeler belki de yıllarca içinde sakladığı beklemekten eskimiş yıpranmış yırtılmış cümleler. Yaşlı kadının ağzından öylece darmadağın boşluğa dökülüyordu. Tam o sırada güneş de batmaya hazırlanıyordu.
Anneciğim, dedi yüzündeki hüzün odanın loşluğunda bile o kadar belli ki diye tanımlanabilir olan kadın, gel hadi saçlarını tarayalım. Sonra da sana ilaçlarını ve akşamüstü kahvaltını vereyim. Ha ne dersin? O da boşluğa konuşmuştu. Onun kelimeleri sıralı ve anlaşılır bile olsa sonuç yine aynıydı hepsi boşlukta karışıp gittiler. Güneş hala batmamıştı.
Bu apartman katında, bu odada, bu saatte yaklaşık on yıldır hemen her gün hatta “hemen hemen” kelimesini kaldıralım her gün aynı şey oluyordu. Sadece güneş batarken ya gecikiyor ya da acele ederek batmış oluyordu. Güneş bu durağanlığa geç kalarak veya acele ederek direniyordu. Daha doğrusu direnmeye çalışıyordu elinden geldiğince.
Yorgun adımlarla elindeki tepsinin üzerinde bir bardak su, yarısı kırılmış pembe bir hap ve bir parça kek ile mutfaktan döndüğünde, annesi koltuğunun tam karşısındaki tabloya bakıyordu yine her zamanki gibi. O kadar dikkatli bakıyor gibiydi ki zannedersiniz yeni bir şeyler gördü. Oysa o tablo on beş yıldan beri bu duvarda sessizce duruyordu. Bak dedi kısık bir sesle mırıldanır gibi bak bak görüyor musun? Evet anne dedi kadın. Evet görüyorum. Şimdi ikisi birden kim bilir kaçıncı kez aynı tabloya bakıyorlardı. Muhtemelen hatta muhtemelini kaldıralım kesinlikle farklı şeyler görüyorlardı. Annesinden hep aynı cevabı alacağını bilerek onu konuşturmak belki de anneciğinin kafasının içinde karman çorman olmuş kimisi kopmuş sinir bağlantı ağlarını biraz da olsa düzenleyebilmek umuduyla yine aynı soruyu sordu kadın mutsuz yüzüyle:
-Hadi gördüklerini anlat bana?
-Anlatırsam ağlarım.
Hep böyle derdi kaskatı yüzüyle. Ağlayabilmesi imkânsız kaskatı ifadesiz yüzüyle. Anlatırsam ağlarım. Ama hiç anlatamazdı tabii ki. Sadece bir kere ne zamandı hatırlamıyordu ama evet sadece bir kere savaşı görüyor musun demişti o tabloya bakarak. Bak orada savaş var. Tabloyu okur merak edecek şimdi: Vincent Van Gogh’un bir reprodüksiyon tablosu. Yağlı boya 120 X 65 cm boyutlarında. Oymalı ahşap bir çerçevesi var. Orijinal ismi Green Fields Wheat (Yeşil Buğday Tarlası). İçinde savaşa ait hiçbir şey yok. Kargalar bile yok. Bulutlanmış bir gökyüzü altında alabildiğine yeşillik ve arada güneşin yakıcılığından sararmış buğdaylar ve sonu görülmeyen bir yol. Ama işte kafası karışmış doksanlarındaki bu yaşlı kadın, şu karşısında duran tabloya, bu yeşil sarı uçsuz bucaksız gibi görünen vadiye baktığında savaşı görüyordu. Kim bilir daha neler görüyordu hayata dair? Bir anlatabilse bir ağlayabilse belki de aklının o eskimiş ve karışmış bazıları kopmuş bağlantıları yerli yerine gelecek bu ifadesiz yüzü renklenecek kim bilir belki de aniden bütün yükünü atmış gibi hafifleyecekti ve etrafındaki her şey. Ama o elindeki keki ve hemen yanı başındaki soğuk çayını unutarak gözlerini tabloya dikmiş sanki sonsuza kadar ve sonsuza bakar gibi hiç hareketsiz tablodaki savaşını seyretmeye devam etti.
Anneciğim, dedi kadın en yavaş sesiyle:
– Ben bir dolaşayım geleyim, sen de zaten oturuyorsun. Bak sevdiğin kek de burada. Bir yürüyüş yapıp yarım saat sonra falan gelirim.
Yaşlı kadın yine anlaşılmaz bir şeyler söyledi boşluğa. Güneş artık batmıştı.
Elini yüzünü aynada biraz toparlamış hatta dolgun dudaklarına acele ile kırmızıya yakın bir ruj sürmüş olan kadın bir hırsız gibi yavaşça kapıyı çekip evden hızlıca çıktı. Şimdi yavaş yavaş ışıklanmaya başlayan gecenin ilk saatlerinin aktığı caddelerden geçerken kendini mavi beyaz bulutların altında tablodaki o yeşil buğday tarlalarından geçiyormuş gibi hissediyordu ve yüzüne de kocaman bir güneş oturmuş gibi. Uzun upuzun yeşil bir yol. Sanki özgürlüğe giden yolu bulmuştu. Ayaklarını yerden kesecek kadar içinde bir hafiflik, sararmış buğday tarlalarının içinden yürüyordu işte. Kulaklığından gelen ses de beyninin içinden ruhuna ulaşmış oradan da adımlarına katılmıştı. böyle uçsuz bucaksız yeşil bir vadinin içinde sonsuzluğa kadar devam edecek gibi olan bu yolda saatlerce yürüyebilirdi Okur şimdi hangi müziği dinliyor diye merak edecek: –Greenfields /Brohhers Four. (1)
Yürüdü …Yürüdü… Yürüdü…
Düşünün içine batmış çıkmış olarak eve geldiğinde, neredeyse üç saati geçirmiş olduğunu fark etti. Geç kalmış olmanın heyecanı ve tedirginliği ile adımları birbirine karışarak koşar ayak hızla merdivenleri çıkarken gerçek dünya da hafiften etrafında yükselmeye başlamıştı. Eve girip sokak kapısını kapattığında kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Ayakkabılarını bile çıkarmadan o uzun koridorunu geçip odaya ulaştığında sadece anne diyebildi. Önce fısıldayarak sonra canhıraş bir şekilde bağırarak tekrarladı “anne” sözcüğünü. O iki kelime de boşluğa karıştı. O kadar. Sonra dönüp tabloya baktı. Tablodaki savaş bitmişti. Yer yer sararan alabildiğine yeşil buğday tarlaları ve özgürlüğe giden bir yol uzanıyordu sadece. Sonsuzluğa…
(1) Greenfields /Brohhers Four
Bir cevap yazın