Ne vakit olursa olsun çocukluğum aklıma gelince bir üzüntü illeti sarar bedenimi ve alıp mahmurlaşmış sarhoş diyarlara götürür beni. Şu anda o günlere öyle bir dönesim var ki, sadece bir anlığına, bir saniyeliğine… Mümkün olmadığını kavramak lakin bunu tahayyül etmek bile derin cerihalardan sıyrılıp uçsuz bucaksız, sessiz ve çehresiz bir mutluluk kıpırtısına sebebiyet verebilir. Gerçekten de kişi kaybettiği ve artık geleceğinin bir mümkün atının olmadığı günleri, anları hatta kişileri her ne kadar teessür hissettirseler de incecik bir güzellik hatırına amansızca arayabilir ve delice iştiyak edebilir.
O zamanlar kötülüklerden tamamen arınmış, tertemiz bir ruha sahiptik. Kimseyi kırmaz, üzmek, bağırıp çağırmazdık. Sabah vakitleri güneşin o en delice saatlerinde pencereden ihtişamlı etrafı seyrederdik ve sabah kahvaltısından hemen sonra da kendimizi dışarı atardık. Dışarısı bize huzur verirdi, çubuktan atımız mahmuzlanmaya her daim hazırdı. Issız, sakin bir tarlada önce düzgün bir şekilde sıraya dizilir sonra sinsice sayar ve amansızca yarışırdık. Kazanmak için ben her zaman daha hızlı koştururdum lakin hiç kazanamaz, ufaktan boyun bükerdim. Hiç üzmezdi bu beni, aksine daha da sevindirirdi. Sinsice ‘’bir daha’’ derdim. ‘’Hadi bir daha.’’ Tekrar saf dizilir ve yarışırdık, kimimiz düşer yaralanırdı. Babası doktor olan bir iki arkadaş hemen işe koyulur öğrendiği garip emarelerle kendilerince tedaviye başlar ve düşenin kolunu bacağını sararlardı.
Öğle vakitlerimizi daha çok metruk yerlerde geçirirdik çünkü oyun oynayabilmek için bu tür yerler mütenasipti. Bu saatlerde en başvurduğumuz oyun misketti. Ben cebimde hep renkli misketler taşırdım. Koşarken onlar cebimde birbirlerine değer, garip sesler çıkartılardı. Hepimizin hoşuna giderdi bu ses, bize müessir bir güç katardı. Misketlerimizi dizdikten sonra başköşeye çekilir, teker teker fırlatırdık. Ben her zaman iyi kasılırdım. Önce gider önlerindeki küçük çakıl taşlarını tekmeler, eğri büğrü kumulları düzeltirdim. Sonra olduğum yerde gerinir, tek gözümü kapar ve olağanca hızımla fırlatırdım. Misketim süzüle süzüle ilerlerken yüzümü ekşitir ‘’biraz daha sağa, biraz daha’’ diye mırıldanırdım. Mırıltılarım hiçbir şeyi değiştirmez ve beyhudeleşirdi, neticede renkli misketim yan taraftan boşluğa doğru yol alıp giderdi. Ben buna biraz üzülürdüm, kazanan arkadaşım ise hepsini toplayıp bir camlı kavanoza boşaltır meczup bir mutlulukla sallardı. Ansızın başını kaldırıp bize bakar, üzüldüğümüzü hisseder, apak yüreği sancılanır… Kavanozun kapağını hızla açıp misketleri dağıtır, ‘’hadi bir daha oynayalım’’ derdi. Akşama değin sürerdi bu. Tek hayıflandığımız şey güneşin erken batışıydı, battığı içi güneşe öfkelenirdik. Sonrasında eve çabuk varmak için bir koşuşturma başlanırdı. Eve giderdik ve orasını da renkli geçirirdik.
Okul günleri de güzeldi çocukluğumuzun. Hele de müsamere günleri… Müsamerelerde ben hep yaralı bir askeri canlandırırdım, bir kız arkadaş da başına örttüğü kendinden büyük kırmızı başörtüsüyle üzerimde ağıt yakardı. İzleyenlerin hepsi hüzne boğulurdu öncesinde, bitişte ise kendini alkış ve ıslık sesine bırakırdı ortalık. Bütün bunlar içimizde garip kıpırtılara sebebiyet verirdi. Huzur ve mutluluk karışımı bir şeylere… Anlatılması güç ve tarifsiz… İçimizde ceberutluğa, teessüre, ihtirasa asla yer vermezdik, bunu isteseydik de yapamazdık.
Çünkü benliğimizin altında muhkem taşlardan oluşan sevgi yatıyordu. Yıkılmaz, tükenmek bilmez ihtişamlı bir sevgi…
Büyüdük, acılar tattık, mustaripliğe gömüldük. Dayak yediğimiz, attığımız, küfrettiğimiz, ona buna bağırıp çağırdığımız, kafamızın tası attı mı ona buna saldırdığımız, bira nelere gidip rakı kafaya diktiğimiz, öfke, kin ve kan kustuğumuz günler oldu… Çocukluğumuzdan bir eser kalmadı. Ne bir desen huzur ne de bir ucu keskin ince mutluluk… Biliyorum, ne yapsak ne etsek, imparatorda olsak padişahta, hiç bir şey bize çocukluktaki o mutlulukları yaşatmayacak, yaşatamaz da… Çünkü o mutluluklar içinde kötülük barındırmazdı, saftı, temizdi ve berraktı…
Sigaranın dumanı eritti bizi yahut sersem, burnu havada, kibirli bir kızın saçma sapan tahayyüllerinde gidip geldik, hatalarımız her gün yenisi eklenircesine sökün etti, biz hayattan ve yaşamdan nefret eder olduk, kendimize düşman olup kendimizden soğuduk. Öfke ve kin yağmuru her gün fazlalaşarak yağdı üzerimize… Biz çocukluğumuzu özler olduk…
Ruhumuz zail olmuş bir zillet bataklığı içerisinde meçhule bürünmüş mustarip, idrak edilemez derin ve sancılı acılar, hastalıklar bilhassa curcunalı bir yaşam ve ötesi, sonsuz bir cebanet, vakur bir sızıntı, sonu belirsiz bir yol, mağrur bir kahpelik…
Dönüp geçmişe bakıyorum… Çocukluğumuzun o güzelliği yitip gitmiş, geriye beş on anlamlı fotoğraf, derin apak birkaç anı ve geri gelmez bir ihtişamlık. Güzellik bitti, çok iyi biliyorum, sıra çirkinliklerde… Çirkinliklerin içinde boğulmakta…
Bir cevap yazın