Tıklım tıklım bir etajer. Üstünde yan yana dizilmiş sarı, kızıl, siyah peruklar. Onların önünde göz farları, kalemler, takma kirpikler. Yuvarlak, ayaklı bir masaüstü aynası, bir tarafı büyüteç, bakınca her şeyi söyleyen… Gençliğinin güz mevsimi henüz başlamış bir kadın çatlak duvara dayalı pirinç yataktan kalkıyor yavaşça. Bu cümbüş içinde ilacını bulmak zor. Gardırobun kapağından sarkan simli elbise aynayı örtüyor. Off! Bu halde nasıl görsün kendini? Yürüdükçe tahtalar gıcırdıyor. İyice zayıflamış olan kadının güçlükle açtığı kapı ağrısı varmış gibi ses çıkartıyor. Bir bardak suyla geri döndüğünde gene aynı sesler. İlacını içtikten sonra uzanıp ayısına sarılıyor, bir bebek gibi saf, tertemiz. Öksürüğü yatağı sallıyor.
Dünyayı tanıyan kara gözler kapanmak üzereyken telefonun sesiyle açılıyor.
“Güllü, biliyorsun hafta sonu ya müşteri çok olur. Geç kalma! Köşeye kaçta gelirsin?”
“Solmaz, hiç halim yok. Bugün işe çıkamayacağım. Yarın belki. Seni ararım.”
“Kız, kendine iyi bak. Bir şeye ihtiyacın olursa bana söyle.”
“Sağ ol, rastgele.”
Birden açlık hissediyor. Buzdolabı tam takır.
“En iyisi dışarıda karnımı doyurayım.”
Kabanını üstüne geçirdiği gibi doğru mahallenin Evim Lokantasına.
Sadece bir masa müşterilerini ağırlıyor sessizce. Onu, Gül adıyla bilen bir adam, yanında bir kadın ve çocuk. Adam kaçamak bakışlarla süzmeye başlayınca Güllü’nün düşünceleri ayaklanıyor. Ulan, yalnız olsaydın ağzından salyalar aka aka sırnaşırdın. Hayvan! Yataktaki o aciz halini unutmadım. Bok yiyin hepiniz. Ter kokulu, yılışık herifler! Kafanız sadece belden aşağı… Hesabı ödeyip çıkarlarken küçük kız kolunu kapıya çarpıyor. Dirseğinin acısıyla gözleri babasında, ilgi bekliyor. Adamın başı arkaya dönük, beklenen ilgiden habersiz… Kız anneye sıkı sıkı yapışıyor. Lokantanın sahibi her zamanki gibi gayet ölçülü bir selam verip siparişi alıyor. Yüzü dikkati çekecek kadar beyaz. Bugün yorgun mu acaba? Belki de üzgün. Kim bilir, ne derdi var? Çorbasını içerken Güllü’nün yine öksürük krizi tutuyor. Sabri Bey’in elinde bir bardak su, dudaklarında anlayışlı bir gülümseme.
“Teşekkür ederim.”
“Öksürüyorsun bacım, ıhlamur yapayım.”
Kadının öksürmekten yaşaran gözlerinde minnet var.
“Etli patates ve havuç da getireyim.”
“Sağ ol abi, çorba yetti. Eline sağlık.”
“Yok yok, sen beni dinle. Aslan gibi olursun vallahi, yemen lazım. Bak, yoğurt da getirdim.”
Kadın şaşkın. Allah Allah! Bu ne biçim erkek yahu! Yok artık böyleleri… Çiseleyen yağmurun cama vuran sesiyle yıkanan bulaşıkların sesi karışıyor birbirine. Hesabı ödemek için kasaya gittiğinde adamın ağzından sözcükler dökülüveriyor.
“Olur mu öyle şey? Neredeyse kızım yaşındasın, o kadarcık da ikramım olsun. Hayat çok yormuş seni…”
Annesinden sonra omuzuna ilk kez bir dost eli dokununca duygulanıyor, hem de çok.
“Hayat mı beni yordu, ben mi hayatı… Bilmiyorum be abi! Hiçbir şey bilmiyorum. Ağzın bal yesin, hiç sıkıntı görmeyesin.”
“Sağ ol bacım. Yine de belli olmaz. Ümidimizi kaybetmeyelim.”
Yüzü daha da aydınlanıyor.
“Allah senden razı olsun.”
Üç gün sonra kendini iyi hissediyor. O zamana kadar tanıdığı yegâne insan gibi insana tek bildiği tatlıyı yapmak geliyor içinden. Çıkarsız, beklentisiz bir helva… Hava güneşli, ağaçlar sakin. Lokantaya yaklaştığında alışılagelmişten farklı bir durum olduğunu görüyor. Ne çok üzgün yüz var sokakta…
Lokantanın kapısının üstünde boynunu bükmüş bir kâğıt: Cenaze dolayısıyla bugün ve yarın kapalıyız. Merakını kapının önündeki bir adam gideriyor. İki damla yaş asılı kalıyor gözlerinde. Sabri Bey’in karısına başsağlığı dilemeden gitmek olmaz.
Lokantanın üst katındaki eve çıkıp onu tanıyanların bakışlarına aldırmadan açık kapıdan adımını atıyor içeriye. Ağlayan kadının etrafında onu şefkatle teselli edenler Güllü’ye bakıp dürtüyorlar birbirlerini. Sonra da fiskos masasının etrafında toplanıyorlar. Gene aldırmıyor Güllü, ağlayan kadının yanına gidiyor.
“Ah, ben ağlamayayım da kim ağlasın? Ah! Ah! İçim yanıyor, içim… Erimi, evimin direğini bir anda kaybettim. Ah, nasıl dayanacağım, nasıl?”
“Ba…ba… Başın sağ olsun, abla…”
Masanın etrafındaki kadınlardan biri kesiyor lafını.
“Anladık, anladık. Hadi, çık dışarı! Burayı kirletme.”
Matemli kadın birden onun kim olduğunun farkına varınca gür sesiyle azarlarcasına
haykırıyor.
“Ne diyorsun sen be?”
Güllü’yü bir anda gözlerine hapsediyor.
“Sen! Sen! Acımdan tanıyamadım seni. Defol git hemen! Seni orospu seni! Çabuk git, gözüm görmesin.”
Bağdaş kurmuş şalvarlı bir kadın öfkeyle ayağa kalkıp baş parmağıyla kapıyı gösteriyor.
“Duymadın mı? Hâlâ buradasın. Hadi!”
Cenaze evinin acısına duyduğu saygıyla, sessizce sokağa atıyor kendini Güllü. Yüreğine dolan yaşların buz kestiği anda karşısına, “Açım abla, açım…” diyen bir oğlan çocuğu çıkıyor. Sabri Bey için yaptığı helvayı ona uzatıyor. Kime niyet kime kısmet… O yüce gönüllü insanın ruhuna gitmesini diliyor. İyi ki onu tanıdı. Söylediği gibi aslında hayat. Yarının nasıl olacağı belli mi ki… Uzaklaşan çocuğun ardından bakarken, kulaklarında hâlâ çınlayan az önce aynı havayı soluduğu kadınların sözleri. “O…sun, sen o…sun.” Ya onun gibi olmayanlar?.. Ondan daha mı masumlar?.. Kararlı adımlarla eve dönerken çökmüş omuzlarının dikleştiğini dükkânların camlarında görüyor.
Bir cevap yazın