Büyüdüğümüzü ilk hissettiğimiz anda, egomuzun bekası adına hatalarını hiç affetmeden yüzüne korkusuzca vurabildiğimiz, insanlığını bile isteye gönlümüzde diz çöktürdüğümüz ilk dişi…
‘ Ben değil, sen istedin doğdum ’ deyip, bir evlada sahip olmanın sevincini sık sık burnundan getirdiğimiz, hayatımızın ilk dokuz ayını güvenli rahminde geçirdiğimiz, yaşam kaynağımız o doğurgan canlı
O’nun hayatını yaşayacak olsak, belki çok daha büyük yanlışlar yapacağımız; tercihlerini hiç beğenmeyip, gözyaşları üzerinden paspas gibi geçip gittiğimiz çocuk yürekli kadın…
Bütün sızlanmaların, küfürlerin, eleştiri ve sahte övgülerin ana merkezi, hasretin okunu göğsünde hiç sızlanmadan yüzyıllardır taşıyan büyük Kibele…
Cennet ayaklarının altında deyip, yeryüzü cennetini tarih boyunca sahte ahlak maskeleri altında varlığından esirgediğimiz, yaşamını gerçek bir cehenneme çevirdiğimiz o insan!
Kötülerine de zaman zaman rastladığımız; çaresizliği nedeniyle, aklını ve etik değerlerini yitirip, evladına bilerek ya da bilmeyerek zarar veren o canlı…
Yüreğimizdeki yerini sık sık karıştırdığımız ama yüreğindeki yerimiz başköşeden hiç inmeyen annemiz…
Yaşıyor mu öldü mü bilmiyorum ama biliyorum: Anneler eşit dağıtılmıyor! Ama ölünce tuhaf bir biçimde eşitleniyorlar sevgiye.
O göbek bağının kopmaz hasretiyle. Ölmeden doyasıya kucaklayın annenizi…
Yelda Karataş
Bir cevap yazın