Yanlış hatırlamıyorsam 1991 yılının Eylül ayıydı. İlkokulun beşinci sınıfına yeni başlamıştım. Annemle gittiğim Arı Stüdyosu’ndaki bir programda dinlediğim bağlama çalan o sakallı ve gözlüklü adamın benim için bir gün Sivas katliamının simgesi olacağını nereden bilirdim. Oysa o gün ilgimi bile çekmemişti. Ne çalmıştı, hangi türküleri söylemişti onu da anımsamıyorum. Onunla ilgili, o güne dair aklımda kalan ayrıntılar ise bağlama çalarken içtenlikle kendinden geçişi ve nedense o göz alıcı kırmızı renkli çoraplarıydı. Ha tabii bir de program sonrası, stüdyonun önündeki kafede annem ile tanışıp tebrik etmek için yanına gittiğimizdeki o mahcup, güler yüzlü ve duru hali…İki yıl geçti aradan. 1993 yılında, yaz tatilimin ilk günlerinde haberleri izlerken tekrar gördüm onu televizyonda. Sonraki yıllarda hafızalarımıza kazınacak olan alevler arasında kalmış o otelin görüntülerinin fon oluşturduğu, otelde mahsur kalanları veren listede yer alan bir vesikalık fotoğraf ve bir isim olarak…O ana kadar tam algılayamadığım o katliam o resimle birlikte netleşti benim için. Aralarında tanıdığım, yakın sayılabilecek bir zamanda kanlı canlı karşımda gördüğüm birinin de olması, çocuk aklımla sadece sayılarla ifade edebildiğim içeride mahsur kalan o canların bir anda salt sayı olmaktan çıkıp ete kemiğe bürünmesini sağladı sanki. Dışarıda “Sivas laiklere mezar olacak”, “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak” diye bağıran, otelden alevler yükselirken “Bu Allah’ın ateşi” diye tepinen o yaratıklar, içeride sürekli yardım çağrısı yapan, devlet büyüklerine (!) ulaşmaya çalışan ve umudu kesince de kendilerini otelin eşyalarından kurdukları derme çatma barikatlarla korumaya çalışan insanlar…Sevgili Ferhan Şensoy’un hafızama mıh gibi kazınan ve olayı en güzel ifade eden “Ortaçağ vahşetiyle yakıyorlar insanları” haykırışı…Bu memleketin başına gelmiş en büyük felaketlerden biri olan dönemin cumhurbaşkanının “Olay münferittir. Ağır tahrik var. Bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiş” diyerek saçmalaması…İlerleyen yıllarda kadın hakları tartışmalarımızda erkek arkadaşlarımızın “Kadın yöneticinin ülkenin içine nasıl ettiğini gördük” diye dalga geçmesine olanak sağlayan dönemin başbakanının “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir” şeklinde zırvalaması…Sivas’ın o günlerde belediye başkanı koltuğunu işgal eden ‘mücahit Temel’ efendinin “Gazanız mübarek olsun” ve “Şunların ruhuna el Fatiha diyelim” demesi…Haber bültenlerinde verilen, birbirini tutmayan sayılar, ifadeler…En yetkili kişilerin bile “Yetkim yok” kaçışına sığınması…Saatlerce müdahale edilmeyen olayların her şey olup bittikten sonra bir anda müdahale edilerek bitirilivermesi…En yakınımdan hiç ummadığım kişilerin bile “Aziz Nesin Allah’a inanmıyorum dedi, ama onu bu olayda yine Allah korudu” demesi, diyebilmesi…Ve bütün bunlara fon oluşturan o gencecik, bağlama çalan adam; Hasret Gültekin ve onun, benim için artık hep ‘alev kırmızısı’ olarak tanımlanacak olan çorapları…İşte size Sivas katliamının 12 yaşındaki bir çocuğun belleğine kazınan izdüşümleri…
Şimdi aradan koskoca 21 yıl geçti. O çocuk büyüyüp 33 yaşında yetişkin bir kadın oldu. Lise yıllarında, edebiyat dersinde, yazarları arasında Asım Bezirci’nin de olduğu bir ders kitabını okuma şansına erişti. Metin Altıok, Behçet Sefa Aysan’ın şiirlerini, Nesimi Çimen’in deyişlerini, Hasret Gültekin’in ve Muhlis Akarsu’nun türkülerini çok sevdi. Sivas 93 ile ilgili sayısız kitap, yazı okudu, belgesel izledi. Şenliğe katılmak için gidip bir daha dönemeyen o aydınlara, yazarlara, şairlere ve daha rüştünü ispat etmemiş; en küçüğü 12 yaşında olan ve artık hep o yaşta kalıp hiç büyüyemeyecek o gencecik canlara yandı. O katliam ile ilgili insanın tüylerini diken diken eden ve insanlığından utanmasına neden olan birçok yeni ayrıntının yanı sıra, yitip gidenlerle ilgili ‘insani’ detaylar da öğrenip kahroldu…Misal, o katliamla özdeşleştirdiği Hasret’in o sırada eşinin hamile olması ve ölümünden 72 gün sonra doğan oğlunu hiç görememesi; öldü diye morga kaldırılan ve eşinin ısrarıyla yapılan son kontrolle hayatta olduğu anlaşılarak tedaviye alınan ancak tüm hafızasını, yazma ve konuşma yeteneğini yitirip yıllarca tedavi görmek zorunda kalan Lütfiye Aydın öğretmen ve daha pek çokları gibi… Yani, kısacası o yangının hiç bit(e)mediği daha nice insan gibi…Ama en acısı da, bu süre zarfında yakılanların hesabını sorup kalanların yaralarını sarmak yerine, yakanların sırtının sıvazlanıp sürekli önlerinin açıldığını görmesi oldu. Göz göre göre yaklaşan tehlikeyi, bağıra bağıra gelen gericiliği görmezden gelip onlara kendi çıkarları için çaktırmadan destek olanlara, o gericilerin iktidarını ayakta alkışlayan ve askeri vesayeti güya bitirip ‘gerçek demokrasi’yi getireceklerine inanıp sonsuz destek veren sözde aydınlara, ülke sürekli bir yobaz bataklığına sürüklenirken “Ama iyi çalışıyorlar, ekonomi gelişti, istikrar lazım” gibi safsatalara bel bağlayanlara, en basitinden o katliamın sorumlularını mahkemede savunanların meclis sıralarında olduğunu bile görüp hala uyanamayanlara söyleyecek söz bulamadı. Tek söyleyebileceği Şükrü Erbaş’ın “Kimse temizim demesin, kimse. Bütün bir ülke odun taşıdı Behçet’in yangınına” derken yerden göğe haklı olduğuydu. Zaten göstermelik olarak açılmış olan ve bütün sanıkların teker teker yırttığı, geriye yargılanabilecek yegane varlık olarak neredeyse (hani bazı karikatürlerde gösterildiği gibi) sadece olayda kullanılan benzin bidonlarının bırakıldığı o dava zamanaşımından düştüğünde ise kendisini de ‘bir avuç kül olmuş’ gibi hissetti ve çok utandı. En önemlisi de, 12 yaşında saf ve temiz çocuk aklıyla zaten anlayamadıklarını, 33 yaşındaki yetişkin aklıyla hiç mi hiç anlayamadı. Yaşananları hiçbir akla, mantığa, öğretiye, inanca, duyguya, kısacası insana dair ve insana özgü olan hiçbir şeye sığdıramadı…
Ve hala, ne zaman ‘Sivas 93’ denilse onun gözünün önüne aynı görüntü geliyor; kendinden geçerek bağlama çalan o gencecik sakallı, gözlüklü adam, onun mahcup, mütevazi gülümseyişi ve ‘alev kırmızısı’ çorapları…
Bu yazı, o genç adama ve Sivas katliamında yitirdiğimiz tüm canlara armağan olsun…
Haziran 2014
Bir cevap yazın