Koridordaki kalabalığın uğultusuna duymuyormuşçasına dakikalardır ses çıkartmadan oturan yaşlı kadın boş boş etrafa bakıyordu. Kocasının gözucuyla kendisini izlediğinin fakında değildi. Adamın yüzüne yansıyan kaygıyı beyaz sakalları gizlemeye yetmiyordu. Yüreğinin derinliklerindeki sevgiydi yüzünü kaplayan aslında. Yarım asrı aşan evlilikleri boyunca kalbinde yeşerip büyüyen duygular dilinden dökülmemişti şimdiye kadar. Karşılarındaki numaratör sıralarının geldiğini bildirmeseydi de kalbinin lisanını konuşamayacaktı dili. Ama yine de biraz daha geç yanabilirdi. Çaresiz ayaklandı. “Melek Hanım hadi kalk! Sıramız geldi,” dedi. Kadın boş gözlerle baktı. Telaşla kolundan tuttu adam: “Doktoru bekletmeyelim.”
Ağır adımlarla muayenehaneye vardıklarında adam kapıyı ürkerek tıklatırken karısı başörtüsünü düzeltti. İçeri girdiklerinde orta yaşlı doktor güler yüzle karşıladı, masanın önündeki karşılıklı sandalyelere oturttu. “Neyin var teyze? Neden geldin?” diye sordu. Kadın ne diyeceğini bilemedi. “Beyim anlatsın!” dediğinde doktor yadırgamadı, gülümseyerek yaşlı adama döndü.
Derman bulma umuduyla konuştu adam: “Doktor Bey! Hanım son zamanlarda en iyi bildiği şeyleri bile unutmaya başladı. Önceleri geçer dedim. Fakat düzelmedi. Daha da kötüleşti. Geçen hafta pazara gittiğinde evin yolunu bulamamış. Komşu tesadüfen görmüş. Alıp eve getirmiş. Sorduğumda, ‘Kafam karıştı,’ diyor.”
Defalarca işittiği bildik hikayeyi sıkılmadan dinleyen doktor, dalıp giden hastasını izliyordu adam konuşurken. Hasta kadının birbirine yapışık bacakları üzerine koyduğu elleri kadar hareketsiz gözleri kalemliğe takılıp kalmıştı. Tek yaptığı ara sıra başörtüsünü düzeltmekten, eteklerini çekiştirmekten ibaretti.
Lafı fazla uzattığını düşündü. Karısının yüzüne, sonra doktora baktı. Beklediği iyi haberi alabilme umuduyla soruları sıraladı ardı ardına.
“Doktor Bey! Hanımın neyi var? Düzelecek mi? Ne zaman eskisi gibi olur?”
“Acele etme amca. Sahi adını söylemedin…”
“Yusuf.”
“Yusuf amca! Hele teyzeyle sohbet edelim biraz.”
Doktor önündeki forma bazı notlar aldı. Adama, “Koca kadına bunlar mı sorulur?” diye aklından geçirtecek sorular sordu. Kimisi suskunlukla yanıtlanan sorular ihtiyar adama değilse de doktora çok şey anlatıyordu. Adam Melek Hanımın yanıtladığı, doktor karşılıksız bıraktığı sorularla ilgileniyordu.
Odada kaldıkları her dakika, yaşlı yüreğin üzerindeki ağırlığa yenisini ekliyordu. Teşhis açıklanmadan önce Melek Hanımı odanın dışına çıkarttı kocası. Heyecanla geri döndü, yerine oturdu. Alzheimer teşhisini duyduğunda telaşlandı. Nerdeyse göğsünden fırlayarak doktorun ağzını kapatmak istercesine çarpan kalbi sonuç alamadığında dilinden dökülen, benliğini kaplayan kaygıydı: “Ne kadar yaşar?” Doktorun gülümseyen yüzü biraz da olsa rahatlamasına yetmişti: “Yusuf amca! Hele dur bakalım. Melek teyzeyle daha çok zaman geçireceksin. (O anda, gülümseyen doktora pırıldayan gözlerle karşılık verdi.) Yalnız, bu zor bir hastalık. Zamanla ilerleyecek. Profesyonel destek alman gerekecek.”
“Anlamadım doktor bey. Yatalak falan mı olacak? Gerçi olsa da fark etmez. Nefesini işiteyim yeter.”
“Hayır, hayır! Belki son evreyi yatakta geçirebilir. Bedenen yıllarca sağlam görünebilir. Fakat zamanla unutkanlığı artacak. Yemek yemesi dahi sorun haline gelecek. Kontrolü kaybettikçe tuvalete gidemeyecek. Altını bezlemek gerekecek. Yani zor günler sizleri bekliyor. Belki ilk zamanlarda yardımcı ayarlayarak evde bakabilirsiniz. Fakat benim önerim; biraz masraflı olur ama zor günler için, alzheimer hastalarını kabul eden bakımevlerinden birini şimdiden ayarlamanız.”
Doktorun devam etmesine izin vermeyen yaşlı adam yerinde doğruldu: “Ben daha ölmedim! Kimseye bırakmam Melek’i. Ne bakıcıya ne huzurevine…”
“Kızma Yusuf amca!”
“Kusura bakma evladım.”
“Biliyorum eşini seviyorsun. Ben sadece işinin kolay olmayacağını anlatmaya çalıştım. Peki çoluk çocuk?..”
“İşleri başlarından aşkın. Zaten ben Melek Hanımı kimsenin eline bırakamam.”
Hastalığın ilerlemesiyle ihtiyar adamın kendiliğinden arayışa gireceğini düşünen doktor uzatmadı. Hastalığın seyrine dair gerekli açıklamaları yaptı, yazdığı reçetedeki ilaçlar hakkında bilgi verdi. Kontrolleri aksatmamalarını tembih ederek ihtiyarı uğurlarken arkasından baktı. Sonu belli gidişlere geçen onca yıla rağmen hâlâ alışamamıştı.
Koridora çıkıp uğultunun arasına daldığında, bıraktığı yerde buldu eşini. Ayağa kaldırdı. İkisi de kendini çok yalnız hissediyordu. Yaşlı kadın en son ne zaman koluna girdiğini hatırlayamadığı kocasının sol kolunu kavradı. Fırtınadan kaçarken sığındığı barınaktı o kollar şimdi. Adam onu korumak istercesine kolunu sıkıştırdı. Gevşetse, Melek Hanımı azgın dalgalar alıp ondan ayıracaktı sanki.
Hastanenin bahçesine çıktıklarında eve gitmesini engelleyen güce direnmedi adam. Sormadan aldı karısını deniz kıyısına götürdü. Buldukları ilk boş banka oturdular. Gözlerini denizin uzayıp giden maviliğine teslim ettiler. Özgürce uçan martıları çığlıklarına rağmen fark etmediler. Derin sulara dalıp giden karabatakların ardına takıldılar. Melek Hanımın sessizliğine eşlik eden adam aniden silkindi. Derin karanlık sulara onu teslim etmeyecekti. Direnecek, eşini o amansız hastalığın elinden kurtaracaktı. Emir almış gibi yerinden fırladı. “Hadi! Kebapçıya gidiyoruz,” dedi. Eşini elinden tutup kaldırdı. Karabataklara sırtlarını döndüklerinde, dakikalardır tepelerinde uçan martıları fark etti.
Yaşlı adam doktor kontrollerini hiç ihmal etmedi. Zamanla eşinin durumunun pek de iyiye gitmediğini gördükçe sağdan soldan duyduklarına sarıldı. “Her derdin bir dermanı vardır” deyip hazırladığı karışımlar, Melek Hanıma değilse de ona iyi geliyordu. Yükselen morali karışımların işe yaramadığını gördüğünde bozulsa da fark ederse üzülür diye yaşlı kadına hiçbir şey belli etmemeye çalışıyordu.
Melek Hanımla birlikte eve kapanan adam çok gerekmedikçe dışarı çıkmıyordu. Yine de ev işleri bitmek bilmiyordu. Sık sık, “Yahu bunca işe hanım nasıl yetişiyordu?” diye aklından geçiriyor, kendisini beceriksizlikle suçluyordu. Katlanarak artan işlerinin arasında yine de günün belirli vakitlerini onca yıllık hayat arkadaşına ayırmayı ihmal etmiyordu. Bir gün evi temizlerken gardırobun köşesine sıkışmış albümü gördüğünde işi gücü bırakıp sevinçle salona koştu. Kanepede oturmuş boş gözlerle televizyonu izleyen kadın başını çevirdi. Boş bakışlara aldırmadan “Bak Hanım ne buldum?” diye seslenerek salona giren kocasına baktı. Bunca yıllık evlilikleri boyunca olmadığı kadar eşine ilgi gösteren adam kendine şaşıyordu. “Bir daha dünyaya gelirsem …” diye aklından geçiriyorsa da hâlâ devamını getiremiyordu. Melek Hanımın tepkisizliğini kimi zaman onun utangaçlığına kimi zaman da hastalığına veriyordu. Yan yana diz dize oturduklarında heyecanla albümü açtı: “Melek Hanım bak ne buldum? Hadi gel eski günleri yâd edelim,” dedi. İlk sayfadaki kasabanın tek fotoğrafçısına çektirdikleri sararmış siyah-beyaz evlilik fotoğrafının üstüne işaret parmağını koydu. Yıllar öncesinde nereye baktığı anlaşılamayan boş gözlerin sahibine gözlerini çevirirken sordu: “O günü hatırlıyor musun?” Yaşlı kadın haftalar sonra ilk kez gülümsüyordu. Kocasının yüreği kıpır kıpır ediverdi. Sevdiği gence, Mahmut’a değil de köyün yakışıklı delikanlısı Yusuf’a verildiğinde sessizce boyun eğen genç kız şimdi demek onunla evlendiğine pişman değildi. Hasta kadın, “Ablamın gelinliğini küçültmüşlerdi. Kasabada çektirmiştik” dediğinde adam yerinden fırladı. Çocuklar gibi şendi: “Hatırlıyorsun! Hatırlıyorsun! Biliyordum düzeleceğini.” Kendine geldiğinde oturup diğer sayfaları çevirdi. Her yeni fotoğraf coşkusunu arttırdıkça artıyordu. Karısının derdine sonunda derman bulduklarını düşünüyordu. Gelecekte durumunun daha da iyi olacağına şüphesi kalmamıştı. Haftalarca süren mutluluğu, doktora kontrole gittikleri güne kadar devam etti. Duyduğu sözlerle yıkıldı. Alzheimer hastalarının birkaç dakika öncesini hatırlayamasalar da yıllar öncesinde yaşadıklarını hatırlayabildiklerini işittiğinde dünyası karardı. Hayal kırıklığıyla eve dönerken, “Bu da bir şey. Hiç değilse eski günleri yaşatabiliriz” diye aklından geçiriyordu. Artık ellerinde özenle korunması gereken bir hazine vardı. Her gün fotoğraf albümlerini taşıyordu can yoldaşına. Hiç olmadığı kadar çok bahsetti geçmişten. Eşinin küçücük bir gülümsemesi bile onu mutlu etmeye yetiyordu.
Her geçen gün, Melek Hanımı bugünden biraz daha uzaklaştırıyor, geçmişe götürüyordu. Yaşlı adam, umutları azaldıkça eşiyle birlikte geçmişe gidiyor, katlanılması güç sorunlara rağmen sevgisi büyüyordu. Tüm ısrarlara rağmen onu bakımevine yatırmaya, tanımadığı ellere teslim etmeye gönlü razı gelmiyordu. Çocuklarının, “Bari bakıcı tutalım. Parasını biz öderiz” gibisinden sözlerini duyduğunda devamını getirmelerine izin vermiyordu. Eşinin ne kadar titiz olduğunu, bu yüzden eve bir kez olsun gündelikçi kadın getirmediğini bildiğinden, sinirleri yıpranmaya başladığı halde eve yardımcı almayı aklının ucundan geçirmiyordu.
Akıp giden zaman ne uyku ne de düzen bırakmıştı. Yine de aylardır kimseyle görüşmeyen adam için Melek Hanımsız ne başka mekânın ne de başka zamanın anlamı vardı. Artık, içişleri bakanı dediği eşinin görevlerini üstlenmişti tümüyle. Yaşadığı evde ne kadar çok bilmediği şeyin bulunduğunu fark etti hastalık başladığından beri. Fırsat buldukça evinin derinliklerine dalıyor ne var ne yok diye köşe bucak araştırıyordu. Hasta kadın uykuya daldığında bu kez karşılaştığı sürpriz hayatına renk katmaya yetecekti. En son ne zaman gördüğünü hatırlayamadığı yıpranmış evlilik cüzdanı eline geçtiğinde dışındaki poşeti çıkarttı. Titreyen elinde tuttuğu evlenme cüzdanındaki tarihe takıldı gözü. Saatine baktığında emin oldu. Bugün evlilik yıldönümleriydi. Gözü nemlendi. Fakat yaşların süzülmesine izin vermeden elinin tersiyle gözlerini sildi. Komodinin üstüne evlenme cüzdanını bırakıp doğruca mutfağa gitti. Dolapları karıştırdı. Melek Hanım uyurken bakkala koşup eksikleri aldı. Bunca yıl sonra ilk kez evlilik yıldönümlerini kutlayacaklardı. Hemen kolları sıvadı. Eşinin işten saymadığı şeyleri halletmesi ne kadar da uzun sürüyordu. Pastayı yapmak için hayli ter döktü. Pastayı buzdolabına koymadan önce uzun uzun baktı. Pek başarılı olduğu söylenemezse de ne önemi vardı. Melek Hanım şimdiye kadar hiç eleştirmediği kocasının yaptığı pastayı mutlaka çok sevecekti.
Mutfağı toplamadan salona geçti. Günler sonra eşinin gülümseyen yüzünü gördüğünde ne yapacağını şaşırdı. Gerçi kendisine mi yoksa boşluğa mı gülümsediği pek belli olmuyordu ya? Olsun ne önemi vardı? Yoksa sürprizin farkına mı varmıştı? Sürprizin tadını kaçırma korkusuyla hiçbir şey belli etmemeye çalıştı. Geri dönüp mutfağı topladı, kendine akla gelmeyecek işler yarattı. Çocuklaşan kalbinin çırpınmalarına karşı koyamadıkça buzdolabının kapısını açıp eserini seyrediyordu. “Vakit tamam!” dediğinde pastayı çıkarttı, tepsiye koydu; yanına da iki bardak meşrubat. Daha geçen yıl böyle bir şey yapacağını söyleseler gülüp geçerdi. Şimdi utangaçlığını kenara bırakmış, kaybedilmiş zamanın azabından koşar adım kaçmaya çalışan yüreğinin peşine takılmıştı. Salonun kapısını açtı. Melek Hanım ayağa kalkmış şaşkın şaşkın yere bakıyordu. Eşinin ıslanan elbiseni fark ettiğinde pastayı masaya bıraktı. Kızmak, öfkelenmek gibi duygular benliğini terk etmişti. Sadece onun bu hali karşısındaki çaresizliğiydi yüreğini yaralayan. Koluna girdi, bebek adımlarıyla banyoya götürüp temizledi; ardından, ıslanan koltuğu ve halıyı.
O günden sonra artık sürekli bezlemek zorunda kalacağı Melek Hanımı getirdi, kanepeye oturttu. Kaldığı yerden devam etti. Servis sehpasının en genişini aldı, hasta kadının tam önüne koydu. Kucağına peçeteyi serdi. Dökmesine aldırmadan kendi başına yemesini izledi. Pasta eşini mutlu etmişti; belki de o öyle zannediyordu.
Zaman dertlerine çare olmak yerine her geçen gün yeni sorunlar ekliyordu eskilerinin üzerine. Melek Hanımın durumunda kötüye gidiş olmadığı dönemlerde sevinen adamın morali, her tatsız sürprizle bozuluyordu. Fakat hemen kendini toparlıyor, yeni duruma uygun hareket ediyordu. Öyle el âlemin, “Yusuf Bey! Artık ya bakım evine yatır ya da bir yardımcı tut,” demelerini dikkate alacak değildi ya.
Hastalık ne kadar amansızsa Yusuf da bir o kadar kararlıydı. Doktora gidişleri dışında neredeyse hiç dışarı çıkmıyordu. Artık bakkala bile üç beş kuruş harçlığa anlaştığı komşunun oğlunu gönderiyordu. Ağırlaşan yüküne aldırmıyor, işini kolaylaştırmak için çözümler üretiyordu. Özellikle sorun haline gelen tuvalet ve banyoda gerekli düzenlemeleri yaptırtmıştı. Melek Hanıma gösterdiği özeni kontrole gittikleri doktor, “Onca zaman geçti, teyzenin vücudunda tek bir yara dahi yok!” diyerek takdir ettiğinde gururu okşanıyor, yolunun doğru olduğuna her seferinde daha fazla inanıyordu.
Eşi büyük tuvaletini kontrol edemez hale geldiğinde, hastalığı duyduğu günden beri ilk kez paniklemişti. Önce ne yapacağını bilemese de alafranga tuvalete iki saatte bir oturtmakta bulmuştu çareyi. Fakat bu da sorunu çözmeye yetmemişti. Klozette uzun süre oturamayan kadın zorlanarak da olsa ayaklanıyor, sık sık düşme tehlikesi atlatıyordu. Kızmak yerine, bulduğu işinin ehli ustaya emniyet kemeri gibisinden bir sistem kurdurdu tuvalete. Sonuç beklediğinden iyiydi. Böylece hasta eşini tehlike yaratmadan klozette oturtmayı başarmıştı. Sorunu çözmüştü ama bu kez de Melek Hanım hafızasının derinliklerindeki isme seslenerek yüreğini dağlamaya başlamıştı: “Yusuf! Gel beni kurtar!” Yanına gittiğinde Melek Hanımın rahatladığını fark etmişti daha ilk seferinde. Üşenmedi, nalbura gidip banyoya uygun plastik sandalye aldı. Karşı duvara da küçük televizyonu monte ettirdi. Şimdi birlikte tuvalete gidiyorlardı. Orada saatlerce zaman geçiriyor, televizyon izliyorlardı. Yusuf, belki sesini işitirim diye basit cümlelerle ağır ağır konuşuyordu hasta kadınla. Ağzından çıkan her sözcükle tarifsiz mutluluğa kapılıyordu. Bunca yıldır girip çıktıkları banyoyu yaşama alanına çevirecekleri kimin aklına gelirdi ki?
Eşi hastalandıktan sonra evde sadece yatak odasına girerken ürküyordu. Evin ikisine özel tek yeriydi orasıydı ve evlendikleri günden beri hiç yalnız girmemişlerdi yatağa. O odaya yalnız girmek zorunda kalacağı an aklına geldiğinde dünyası kararıyor, Melek Hanıma dört elle sarılıyor, her gece aksatmadan eşini yatak odasına götürüyordu. Hasta da olsa, sondan başa yırtılan sayfalar azalsa da sonuna kadar mücadele edecekti. “Belki ondan önce giderim,” diye düşündüğünde, kimselere teslim edemediği eşinin tanımadığı ellere düşeceği korkusu içini kaplıyor, “Keşke aynı andan hayata veda etsek” demeden kendini alamıyordu.
Her sabah olduğu gibi hastalığın ilk günüymüşçesine coşkuyla yataktan kalkan Yusuf, hayatının en kötü gününe uyandığını nerden bilecekti? Kahvaltının ardından eşini koltuğa oturtan adam mutfağa gidip bulaşıkları yıkamış, ardından diğer işlere dalmıştı. Arka balkonda çamaşırları asarken ilaç saatini geçirdiği aklına gediğinde her şeyi öylece ortada bırakıp salona koştu. Kapıyı açıp da, üzerindekileri çıkartmış, koltuğun başında çırılçıplak duran hasta kadını gördüğünde neye uğradığını şaşırdı. Yerdeki giysilerin üzerinden delikanlı çevikliğiyle atladı. “Sen ne yaptığını sanıyorsun? Başımı belaya mı sokmaya çalışıyorsun?” diye haykırırken tokadı indiriverdi. Hasta kadın koltuğa yığıldı. Ne ağlama ne bir inleme. Yerdeki giysileri alıp giydirmeye çalışırken adam aniden her şeyi bıraktı. Sarıldığı Melek Hanımın omzuna başını koyduğunda hüngür hüngür ağlıyordu. Onca yıl karısına fiske vurmamışken az önce kendini kaybederek attığı tokadın acısını yüreğinin derinliklerinde hissediyordu şimdi. Üzerini giydirip yerine oturttuğunda gözü hâlâ kurumamıştı. Vicdan azabıyla ne yapacağını bilemezken birden karısının başörtüsünü çıkarttı. Eski gürlüğünden eser kalmamış bembeyaz saçlar omuzlarına döküldü. Tarağı aldı, arkasına geçip saçlarını taramaya başladı. Sanki kendi taradığı zamanlardaki gibi mutluydu yaşlı kadın. Belki de o öyle zannediyordu. İyiden iyiye seyrelmiş saçlar arasından kayan tarağa dolanan saç telleri sanki geçmişten kopup silinen anılardı. Yusuf, yüzüne söyleyemediklerini eşinin arkasından söylemenin rahatlığıyla yüreğini boşaltıyordu. Hiç bu kadar uzun sürmemişti o saçların taranması. Yaşlı adam bunca yıldır yüreğine hapsettiklerini en sona bırakmıştı. Tarağı bıraktı yüreğinden taşanları söylerken: “Biliyorum benimle gönülsüz evlendin. Hiç söylemesen de zamanla sevdin beni. Gerçi ben de söyleyemedim ya. Bi daha dünyaya gelsem yine seninle evlenirim.”
Zamanla eş dost daha az ziyaretlerine gelir olmuştu. Yusuf yalnızlaşmalarını pek dert etmiyor, “Herhalde uzun süren hastalık yüzünden,” diyerek avunuyordu. O sitem etmediğinden çocukları da kendilerini yaşamın olağan akışına bırakmışlardı. Yaz sıcağının erken bastırdığı günlerdi. Hafta sonu tatilini fırsat bilip kendini ailesiyle doğaya bırakmaya hazırlanan oğlu, telefonun ekranında babasının numarasını görünce tatsız bir haber alacağını düşündü. Telefondaki Yusuf’un donuk sesi her şeyi anlatıyordu: “Annenizi öldürdüm. Gelin cenazesini kaldırın.” Kapanan telefon daha fazlasını öğrenmesine izin vermedi. Telaşla evden fırlayan adam arabasına atladı. Kendisini bekleyen kız kardeşini aldı. Ağabeyinin aksine gözlerinden akan yaşlara hıçkırıklar karışan kadın sürekli, “Neden?” diye soruyordu. Adam suskunluğunu bozdu: “Herhalde artık dayanamadı. Yıllarca tek başına hastaya bakmak zor iş. Gerçi ne bakımevine yatırmamızı kabul etti ne de yanına yardımcı almayı.”
“Gerçi biz de çok yalnız bıraktık. Kendimi asla affetmeyeceğim.”
“Ne yapabilirdik ki? Biliyorsun, iş güç …”
Kadın, vicdan azabıyla ağzından dökülen sözlerle sadece kendini suçlamıyordu. Açıkça söylemese de ağabeyinin de en az kendisi kadar sorumlu olduğunu düşünüyordu. Vicdanını rahatlatmak istedi adam: “Kim bilir belki de annemi çok sevdiğinden yaptı bu işi. Gerçi hastalanıncaya kadar hiç belli etmemişti ya… Sevmeseydi bunca sıkıntıya tek başına katlanabilir miydi yoksa? Her halde onun bu halini görmeye daha fazla dayanamadı.”
Ağabeyinin söyledikleriyle biraz da olsa rahatlayan kadın, eve vardıklarında, gözyaşlarıyla kapıdan girdi. Salonda tek başına derin sessizliğe gömülen adama bakmadan annelerinin cansız bedeninin başına gittiler. Neden sonra babalarının yanına geçtiler. Yusuf yüzlerine bile bakmadı. Önce gizleyebileceklerini düşündülerse de bunun ne kadar saçma bir düşünce oluğunu anlamaları fazla sürmedi. Polise haber verdiler. Polis, savcı, ambulans derken kapının önünde hayli kalabalık toplanmıştı: Tabii gazeteciler de.
Yusuf’un polislerin ortasında götürülüşünü soru dolu gözlerle izleyen komşuları hasta kadına özveriyle, çok az insanın göstereceği özenle baktığı için, onun karısını öldürmüş olabileceğine ihtimal vermediklerinden çıt çıkmıyordu. Sessizliği gazeteciler bozdu: “Neden karınızı öldürdünüz?” Duyulan karşılıkla ortalık bir anda buz kesti: “Namusumu temizledim.”
Sorguda her şey açığa çıktı. Melek Hanım kocasını çağırıp, “Mahmut’a söyleyin, büyüklerini gönderip beni istetsin. Yoksa başkasına verecekler” deyivermişti. Bunca yıla rağmen genç kızlık aşkını unutamadığını düşünen Yusuf, kendince gereğini yapmış, karısını boğarak öldürmüştü. Gazeteler de çoktan manşetlerini atmışlardı: “Namusumu Temizledim!”
Namus cinayeti kurbanlarına …
Mayıs 2013
Bir cevap yazın