Mutluyduk. Kalkış anonsu yapılan vapura yetişebilmek için koşuşturan kalabalığın arasında
sürüklenirken ter içinde kalmış, nihayetinde seyyar iskeleler çekilmeden güverteye adım atmayı
başarmıştık. Halatlar toplandı. Motor sesiyle harekete geçen vapur, serin suları köpürterek yönünü
karşı kıyıya çevirdi. Martılar, deniz, oyun heveslisi çocuklar, yolculuğa hazırdık hepimiz…
Upuzun martı kanatlarını daha yakından görebilmek için ufaladığım simitleri avucumda heyecanla
tutuyordum. Az sonra güvertede onlarca martıyla, çığlık çığlığa dans ediyor olacaktım.
Tombalak bir teyze gelip annemin yanına oturdu. Coşkun bir halde martılarla dönenip durmama hem
gülmüş hem de aklınca beni sakinleştirebilmek için lüzumsuz sorular sorma işine girişmişti.
“Adın ne bakiim, senin.” Benden cevap alamayınca, annem eğilip adımı fısıldamış olmalı. Vazgeçmedi
tabii… “Dur dönüp durma kuzum, sen döndükçe benim de başım döndü, dur!”
Durmadım.
Ama o ısrarcıydı,
“ Söyle bakalım küçük hanım, büyüyünce ne olacaksın,” dediğinde martılarla dansıma ara vermeden,
ellerimi yukarıya kaldırıp “ Martı olucaaam! Martı olucaaaamm” diye bağırdım. “ Martı mı, ne komik
çocuksun sen ayol, hiç insandan martı olur mu?” Ona ve söylediklerine aldırış etmeden, anneme
gülümsedim o da bana gülümsüyordu. Sonra avucumda tuttuğum son simit parçasını gökyüzüne
savurarak,
“Olur, tabii!” dedim, “ Hem istediğim yere uçabilir, hem de istediğim her şeyi yiyebilirim, bak…”
Merdivenleri koşar adım tırmandık. Annem zile basarak geri çekildi. Ben elini daha sıkı kavradım.
Uzun boylu, soluk benizli, derisi kemiğine yapışmış, beyaz gecelikli kadını görünce annemin
bacaklarının arkasına gizlendim.
“Günaydın! Fatma ben, haber göndermişsiniz yarın gelsin, diye”
Yaşlı kadın ikimizi tepeden tırnağa dikkatle süzdü, kaşlarını çattı, beni işaret etti,
“Bu kim?”
“ Kızım, bırakacak yerim yok, zararı dokunmaz…”
Yüzünü buruşturarak, “Bir çocuk eksikti… Geçin bakalım.”
Ayakkabılarımızı kapının dışında çıkardık. Kristal avizeli, halı döşeli hole girdik. Annem ev gezmeleri
için ördüğü tavşan patiklerimi torbadan çıkarıp giydirdi. Tavşana pek benzemeseler de üzerine işlenen
göz, ağız ve burun motifleri onlara bağlanmam için yeterliydi… Kadın çamaşır odasını işaret etti,
“Şurada değiş üstünü, çocuğa söyle sağı solu kurcalamasın”
“Kurcalamam merak etmeyin”
Öyle bir bakış attı ki beni yutacağını sandım… Annem çok kızdı,
“Seni tembihlemedim mi, bir şey sorulmadığı sürece konuşmayacaksın…”
Utançtan kıpkırmızı oldum, başımı yere eğdim.
Hayalet kadın temizlik için kullanılacak malzemelerin yerini gösterdi. Bir de temizlik için yalnızca
arapsabunu kullanılacağını… O an evden gelen bu kesif kokunun ne olduğunu anladım. Birkaç ay
evvel gittiğimiz evde de annem bu sabunla tüm gün duvar silmişti.
Ben köşedeki koltuğa oturdum. Annem salonu duvardan duvara kaplayan camları silmeye
koyuldu. Derken kadın içeri girdi. “ Ne işin var senin o koltukta, kalk bakayım!” diye çıkıştığında o
lafını bitirmeden ayağa fırladım.
Annem balkondan içeri daldı “Ne oldu hanımım, bir kabahat mi işledi”
“pis üstüyle ne oturtuyorsun çocuğu koltuğa!”
“ Kusura bakmayın, çocuktur düşünememiş”
İkimize de öfkeyle bakmayı sürdürüyordu. “ çamaşır odasında sandalye var, getir ona otursun!”
Annem sandalyeyi kapıp geldi. Bu cilası dökülmüş tahta bir sandalyeydi, belli ki evdeki görevi bitmiş
arka odaya atılmıştı. Bana kalırsa evdeki diğer eşyaların da yeni sayılacak hali yoktu ya. Yine de
hayalet kadın eşyalarını benden korumayı ödev sayıyordu…
“ Gözünü seveyim uslu dur, sağa sola dokunma yavrum”
“tamam” dedim ama ne yaramazlık yaptığımı anlamadım. Zaten koltukların üstü ablamın anlattığı
“Perili Ev” masalındaki gibi beyaz örtülerle kapatılmıştı. Üstelik elbisemi sabahleyin giymiştim, hiç de
kirli değildi.
Salonun camları aklanıp paklandı, ben bu esnada tahta sandalyede ellerimi kavuşturmuş oturuyor,
ayağımdaki tavşan patiklere kukla oynatıyordum. Böyle sıkıcı zamanlar için uydurduğum bir oyundu
bu. Bir ayağım Ali öbür ayağım Ayşe oluyordu. İkiz kardeşlerdi ama birbirlerine benzemiyorlardı. Ali
sandalyeye tekme atmak istiyor, Ayşe ise yapmaması konusunda uyarıyordu. “Uslu dur Ali yoksa bu
Hayalet kadın seni çiğ çiğ yiyecek” derken Ali de “ Ne hayaleti be! Yaşlı bir cadı o, ellerini görmedin
mi?” diyerek kıs kıs gülüyordu…
Annem merdiveni avizenin altına koymuş taşlarını ovalıyordu ki Hayalet kadın tekrar göründü, bir
anneme bir bana bakıyordu. Başımı yere eğdim, o korkunç suratı bir daha görmek istemiyordum.
“ Fatma avizeler bitince örtüleri al, küvete bas!”
Sürekli emir cümleleri kuruyor, bunun dışında bizimle hiç konuşmuyordu. Anemin bu davranışlara
maruz kalması canımı sıkıyor, kabahati kendimde arıyordum. “Ben artık seninle gelmeyeceğim,
kalırım evde” dedim. Annem yanıma yaklaştı, saçlarımı okşadı “ Benim kınalı kuzum neden
gelmeyecekmiş?”
“ Gelmiycem, o kadın benim yüzümden sana kötü davranıyor, büyüdüm ben kalırım kendi kendime”
“Olmaz öyle şey, aldırma huysuzdur yaşlılar ” yüzündeki gülümseyiş ve dokunuşundaki sıcaklık beni
yatıştırdı. Diğer odalar, camlar, halılar ve avizeler temizlenirken ben tahta sandalyede oyunuma
devam ettim. Sanırım saat öğleyi epey geçmişti. Tam o sırada hayalet kadının sesini duydum “ Fatma
yemeği koydum masaya” Birden saatlerdir su bile içmediğimi anımsadım. Annem kapıdan seslendi
“Hadi gel yavrum, bir şeyler yiyelim” Sevinçle eline uzandım.
Mutfak masasının üzerinde yarım ekmek, bir kutu konserve ve bir tane de çatal vardı. O an
anlayamamıştım ama bu sofra sadece annem için hazırlanmıştı. Üstelik ekmek de oldukça bayattı.
Oysa gittiğimiz diğer evlerde, hele bazılarında, sofra çeşit çeşit yiyeceklerle donatılır; hatta istediğim,
sevdiğim bir şey var mı diye defalarca sorulurdu. Annemse hiç naz yapmama izin vermez “ zahmet
etmeyin ne olsa yer” diyerek verilen değeri gururla karşılardı. Oysa şimdi sofrada bir kutu konserve,
yarım bayat ekmek vardı. Annem hiç tepki vermeden kutuyu açtı. Ekmeğin bir kısmını pilakinin içine
doğrayarak yumuşamasını sağladı. Önce çabucak beni doyurdu. Geriye kalan birkaç kaşık pilakiyi ve
kurumaya yüz tutmuş ekmeği de kendi yedi. Dolaptan bardak çıkardı, iki bardak su içti, bir tane de
bana verdi. Dolabı açtığında üst rafta kuruyemiş dolu büyük bir kavanoz gözüme ilişti. Babam bazı
akşamlar bize üzüm ve leblebi getirirdi ama daha önce bu kadar çok yemişi bir arada görmemiştim,
üstelik içinde bol fındık fıstık vardı. Başımı çevirdim bu evde payımıza kuru ekmekten öte bir şey
düşmeyeceği açıktı.
Tahta sandalyeme geri döndüm… Saatler geçtikçe sabırsızlığım artmış, sabun kokusu içimi
bulandırmaya başlamıştı. Tutsaklıktan kurtulma hevesiyle patiklerimle oynamayı bırakmış çatı
zikzaklarının arasından yapboz misali görünen denizi izlemeye dalmıştım. Denizin üzerindeki kırmızı
gölgeler onu benden uzaklara taşıyor gibiydi. Oysa sabah masmavi ve ışıl ışıldı… Heyecanla
beklediğim martılarsa ortalıkta görünmüyordu…
Daldığım hayal âleminden sıyrılırken şehrin ışıklarının yandığını, gökyüzünün karardığını ve salonun
orta yerinde bir başıma kaldığımı fark ettim. Gitme vaktimiz gelmişti, ama ortalıkta ses seda yoktu,
neredeydiler acaba. Dışarıdan yansıyan ışık içeriyi bir miktar aydınlatsa da oda fazlasıyla loştu, içim
ürperdi. Ya annem beni unutup gittiyse?
Bu korkunç kadınla aynı evde geceleme ihtimali beni yerimden zıplatmaya yetti. Salondan koşarak
çıktım. “Anne! Anne!” hayalet kadın koridorda ansızın karşıma dikiliverince ödüm patladı.
“ Ne var çocuk, ne bağırıyorsun, banyoda annen! ” kendimi banyoya nasıl attığımı anımsamıyorum.
Akan suyun buharından ve çalışmanın verdiği hararetten ter içinde kalan annem içimi bulandıran
sabun kokusuna aldırmadan önündeki leğene bastığı örtüleri çitiliyordu. Beni o halde görünce
telaşlandı “ ne oldu kuzum, bembeyaz olmuşsun” Oracıkta bayılmışım. Kendime geldiğimde yaşlı
kadın hala söyleniyordu. “Getirme bir daha, istemem böyle şeyler. Kedi gibi ha bire yavruluyorsunuz
sonra da bırakacak yerim yok…”
Annem boynunu büktü, “ Kusura bakmayın, getirmem bir daha”
“Hadi kızım gidiyoruz” diyerek yattığım yerden yavaşça kaldırdı. Montumu ve ayakkabılarımı giydirdi.
Kendi giyinirken hayalet kadın parayı uzattı,
“ Paranı kesmedim, kalanı yarın gelir halledersin”
Sokakta annesiyle el ele yürürken gördüğüm o küçük kızın “anne gelmedik mi daha,” demesiyle
gözümde canlanan bu yıllanmış hatıra, kıyıyı yalayan bir dalga gibi o gün ruhumu kemiren ne varsa
çekip almış, bambaşka bir âlemin hülyasına salmıştı. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım, sabun
kokmayan serin havayı içime içime çektim. Köprüdeki balıkçılara gülümsedim, martılara el salladım.
Buluşmak üzere sözleştiğim arkadaşıma yetişebilmek için adımlarımı sıklaştırdım. Derken sırtımda bir
karaltı, bir gölgenin varlığını duydum. İstemsizce başımı arkaya çevirdim. Karşı kaldırımda beyaz saçlı,
beyaz mantolu bir kadınla göz göze geldim…
AYSEL KARACA
2014/ İSTANBUL
Bir cevap yazın