Düşleri hayal yapan sıradan insanlardı. Kurulan pembe rüyaların hayal olarak kalmaya mecbur bırakıldığı hayatlara demir atan tiplerdi onlar. Dünya bunca insanla doluydu. Sıkıcı, sıradan, düz. Ya siyahın var olduğu ya da beyazın. Arada sırada yaşamlarına karışan grilik onlar için saçmalıktı. Kesinlikle yapılmaması gereken kurallar yığınıydı gri. Gece ve gündüzün arasını düşünmeyen tiplerdi ya da ufuk çizgisinin ötesini merak etmeyen. Onlar için düşünmek, sorgulamak gereksiz meşguliyetlerdi.
Sanat; erişilmesi, yapılması lüks olarak görülen veya para kazanmanın, ün kazanmanın bir aracıydı.
Felsefe, 11. Sınıflara haftada 1 saatlik olarak verilen ve genellikle yatma dersi diye nitelendirilen karşıtlıktı. Çünkü hayat gerçekçilikti; dokunduğundan ve gördüğünden başka bir şeyin olmadığı, yaratmanın gaylik veya kahpelik olarak vuku bulmuş halleriydi. Aynı zamanda toplumda oluşmuş kalıpların mihenk taşı olan din; sadece soyutluktan oluşan içeriği bizler için tek doğruydu. Soyutluğun bu denli sahiplenilip bu denli gelişmemiş tek toplumduk bizler. Din kavramının içeriğini içi kof, boş anlamlarla dolduranlardık bizler. Sadece dinde değil, bilimin yolundan gitmeyi karşısındakini alaşağı etmekten ibaret gören yığınların kılçıklarıydık. Hepimiz kılkuyruktuk.
Kuyuya atılan taşın ardından atlayan delilerden farkımız atlamamız mıydı? Peki ya onları deli yapan atlamaları mıydı? Televizyonda hayran olduğumuz reklam yüzlerinin taklitçisi olan bizler mi akıllıydık? Herkesin yaptığı şeyi şartsız, koşulsuz ve amaçsızca yapmak seni yaşanır kılardı ama yaşanabilir değil.
Bir cevap yazın