Aylardır evdeydi. Gecesi gündüzüne karışmıştı. Yine karga bokunu yemeden uyandı: Tedirgin. Kursağı kalkmış. Sağına döndü, olmadı. Soluna döndü, olmadı. Başını yastığa gömdü. Yok! Olmadı. Kalktı, kurtuldu. Banyoya gitti, yüzüne su çarptı. Ne kadar yorgundu: şiş gözaltları… yastık izi olmuş yanakları… alnı… elektriklenmiş saçları… Şaftın kaymış senin, dedi. Şaftın kaymış. Daha kaç saat oldu ki yatalı. Ona da uyku denirse. Dinlenemiyorum ki dedi. Bir uyuyabilsem… Şaştım işi, terliklerinin tabanını parkeye vura vura mutfağa gitti.
Buz dolabını açtı. Raflara baktı: İçlerinde ne olduğunu unuttuğu bir iki küçük tencere, yoğurt kutusu… Kahvaltı kaselerinde bir iki kıymık peynir kırıntısı, bir iki pörsümüş zeytin… Çekmeceyi çekti. Köşesinde çürümüş, küfe dönmüş, ekşimiş bir domates. Bir de salatalık. Poşetiyle aldı. Bir iki damla su aktı dolaba. Önemsemedi.
Tam takır kuru bakır, dedi kendi kendine. Yemin ederim, fare düşse başı yarılır. Şark!.. Dedi kapandı buzdolabının kapağı.
Poşeti eviyenin üzerine koydu. Küflü, ekşi bir koku yayıldı etrafa. Öff, dedi öff!.. Elini savurdu. Bakındı, mutfaktaki bütün nesnelere değdi bakışları: Kahverenginin en çirkin tonundaki dolaplara, boş duvarlara, kapının koluna asılıvermiş havluya. Tuhafına gitti. Daha önce hiç bakmamıştı onlara. Şeffaf muşamba örtülü mutfak masası ne kadar soğuk ne kadar yalnızdı. Ekmek poşeti köşesine büzülmüş, terk edilmiş… Masanın soğuğu, yalnızı olur mu hiç, insan mı bu? Dedi kendi kendine. Basbayağı yalnız işte, diye tekrarladı. Kendi yokluğu, yoksunluğu, yalnızlığı ete kemiğe bürünmüştü. Gördü. Pek ala eşya da insana -sahibine-benzeyebilirdi. Masanın bir ucuna kendini bir ucuna Selma’yı oturttu; dumanı tüten çayı, peyniri, zeytini, kızarmış ekmeği koydu masaya. Mutfak kızarmış ekmek koktu. Tereyağını, çilek reçelini, sahanda yumurtayı da koydu. ‘’Masa da masaymış ha.’’ Dedi. Masa da masaymış… Selma’nın da kalbini kırdım yok yere, iyi mi! Kahretsin! Erzak dolabını açtı. Tarhana kavanozunu aldı. Tarhanaya kaşık sallayalım bugün de dedi. Tencereye biraz su, bir kaşık tarhana, biraz da tuz koydu. Karıştırdı. Gork!.. Gork!.. Sese döndü: Kumru. Pervazda. İçeri bakıyor. Kursağını kabarta kabarta: Gork!.. Gork!.. Bir inip bir şişiyor kursak. Gülümsedi. Çakal, dedi biliyorsun işini. Nasiplen bakalım sen de. Poşeti açarken göz ucuyla da kumruyu izledi. Kumru da onu. Ekmeği ortasından, yumuşak yerinden böldü. Ürkmesin diye camı yavaşça açtı. Uçtu, doğalgaz borusuna kondu kumru. Ekmeği ufaladı. Camı kapattı. Kumru ürkek indi. Hadi, dedi afiyet olsun, Sıra bende. Çorba kabarmış, taştı taşacak. Telaşla kaşığı kavradı. Kaşık iyice kızmış, eli yandı. Kaşığı düşürdü. Nefesiyle elini soğuttu. Her yer de battı, bana iş çıkardın, dedi kumruya. Lavabonun altından bir bez buldu, yalapşap sildi yeri. Dolaptan bir kâse aldı, çorbayı koydu. Ekmek doğradı. Kaşıkladı tarhanayı. Sıcacık. Masayı olduğu gibi bıraktı. Boşluk doldurulması ne zor bir meretti ya Rabbim!.. Yaptığı her hareketle biraz daha sündü boşluk. Sündü… Sündü… Sündü. Eline ayağına dolandı. Ne yapacağını ne edeceğini bilemedi. Sersemleştin oğlum iyice, dedi.
Camın önüne gitti. Ana caddeye bakıyordu evi. Sabah koşuşturmasını izledi. Üç beş metre ilerideki durağa baktı. Kalabalıktı yine. İğne atsan yere düşmez. Otobüsler yoktu ortalıkta. İşe gittiği sabahları düşündü. Ağaç olurdum, dedi. Otobüslerin hepsi aynı anda geldi, sıralandı. Kapılarını göremiyordu, ama biliyordu. Kapı önce tıslar, sonra akordeon gibi açılırdı. Sesi duydu. Zihninde ritmi yakaladı. Kapıların önünde bir itiş kakış başladı. Geride kalanlar yer bulamayacak, oflayıp puflayacaktı şimdi. Sallanmaktan içi dışına çıkardı insanın. Çalışmadan yorulurdu. Birbirine karışmış, ılık, geceden kalma nefes kokuları…Sanki o an kokuyu duymuş gibi ürperdi. Burnunun direğini sızladı. Okkalı bir küfür savurdu. Saate baktı. Sekiz buçuk. Şimdi köprünün altında da sıkışmıştır trafik, dedi. Milim ilerlemez. İç geçirdi. Ben böyle kaderin…Annesi duysa tövbe de oğlum, derdi. İsyan etme günaha girme. O da her seferinde tövbe tövbe, derdi. Tövbe tövbe, dedi.
Kanepeye uzandı. Ellerini başının altında koydu. Ayak ayak üstüne attı. Tavanda gezdirdi gözlerini. Perdeden sızan ışık dalgaları oyun gibiydi, bir süre takip etti. Sıkıldı. Her şey nasıl da heyecanını yitiriyor, dünyanın en çekilmez haline bürünüveriyordu. Selma’yı aramayı düşündü. Vaz geçti. Cesaret edemedi. Ne diyeceğim ki, dedi. Bir çare olacakmış gibi, döndü yüz üstü yattı. Sığamadı kanepeye. Kalktı. Oturdu. Elleri bacaklarında. Yapması gereken bir şey varmış da yapmıyormuş gibi… Bir düğüm…Durmadan sıkılaşan. Boş boş baktı. Salon kapısından karanlık holü, giriş kapısını gördü: Kapı açıldı, Selma kocaman gülerek geldi, ben geldimm! dedi. Bekle sen! Bekle! İnsanın ağzının ayarı olur biraz oğlum, dedi. Kızı ağlattın, o da kalktı gitti. Ayıkla bakalım pirincin taşını şimdi; senin nazını mı çekecek, dedi. Sana iş vermiyorlarsa kızın suçu ne? Yükünü çekiyor kaç zamandır. Gık, demiyor. Hâkim ol kendine. Belki bugün de yarında…Belli mi olur, dedi kendi kendine. İç sesini bastırmaya çalıştı: Boşa kürek çekilir mi hiç, dedi illaki… Sehpanın üzerine ne zaman attığını bilmediği kitabı aldı. Tozlanmış, tozunu sildi iyice. İsteksiz, arkasını çevirdi, okudu. Bir şey anlamadı. En son ne zaman okudu? Şöyle adam akıllı kendini vere vere… Üniversitede miydi? Pek arası yoktu zaten. Bunu da Selma tutuşturmuştu eline. İyi gelir, kafan dağılır. Düşünme fazla, demişti. Ne desin ki başka… Her market dönüşünde bir poşettekilere bir de fişe bakmasaydı, belki bu kadar düşünmeyecekti. Selma’yı da evde bir rahat bıraksalar. O annesi kim bilir neler diyordu: Dır dır… Başının etini yiyordur: ‘’İşi olmayan adama varılır mı bu devirde… Kafanı peynir ekmekle mi yedin sen?’’ Diyordu kesin. Söylemiyordu Selma ama… Ya kendi annesi her gün arıyordu. Sorgu… Sorgu… İşkence. Konuşma bitsin diye gözüne bakıyordu. İşte gel de düşünme. Tekrar kapağı inceledi. İthaf bölümüne, o tek satıra uzun uzun baktı: ‘’Karıma ve kızlarıma… ‘’Eliyle okşadı sanki satırı. Kıskandı. İçi gitti. Yazarın bu son baskı için söylediklerini geçti. Rastgele bir bölüm açtı. Cümleleri tekrar tekrar okudu. Uykuyla uyanıklık arasında bir iki sayfa ilerledi. Derinden bir telefon sesi duydu. Üst kattan geliyor zannetti önce. Ama değil. Çalmaya devam ediyordu. Kalktı sesi takip etti. Yatakta pikenin altında buldu telefonu: Annesi. Hiç konuşası yoktu. Telaşlanır bu ya! dedi. Yine de açmadı. Kayıtsız, telefonu karıştırdı: Haberlere, mailine baktı. Lanet, sinir bozucu banka reklamından başka bir şey yoktu. Her seferinde çıkıyordu karşısına. Telefon çaldı yine. Bu sefer açtı: Sana da günaydın, anne. Evet uyuyordum. Uyumasam ne yapacağım, dedi. Sen niye aradın bu saatte. Babamla kavga mı ettiniz? Eee!.. Neyi merak ettin? Hey Allah’ım! Gitmedimm. Nereye gideyim! Sokakta dolaşınca iş mi veriyorlar? Her yere haber bıraktım. Bekliyorum işte. Haber vereceğiz, diyorlar. Kime sorayım annee!.. Soruluyor mu öyle?.. Tamam anne, kapat konuyu. Babam ne yapıyor? İyisiniz değil mi? Ben mi? Çokk iyiyim. Neyimiz varmış? Çekilecek çilemiz mi varmış! Germe beni anne. Hadi. Ağlamaa! Yeter artık! Yeterince zor zaten. Yapma böyle! Hadi görüşürüz. Hırsından dişlerini sıktı, boyun damarları şişti. Elleri telefonu kelepçeledi, bükü verdi. Dışarı atmak istedi kendini. Ceketini aldı. Kapıyı çekti. Kilitlemedi. Merdivenleri acelesi varmış gibi indi. Apartman kapısı gürültülü bir ses bıraktı geride. Düşünmeden yürüdü. Soğuk kasım rüzgarında terliyordu. Yolun sonundaki büyük parka girdi. Tek tük kalmıştı masalar dışarıda. Caddeye bakan birine oturdu. Bir çay söyledi. İçti. Araçları saydı. Kardeşiyle çok yaparlardı. En çok beyaz geçti. Komik geldi. İnsan özünde olmayanı sahip olduklarında görünce rahatlıyor demek, dedi. Belediyenin çöp kamyonu sessizliği bozdu. Kamyonu, işçileri ilk defa görüyormuşçasına izledi. İşçilerin fosforlu turuncu giysileri göz alıcıydı. Konteynır makinaya yerleşti. Kürekle yerde kalanlar alındı. Hooop! Devam. Gözden kaybolunca bıraktı izlemeyi. Kalktı tekrar yukarıya yürüdü. Karşıya geçti. Işıklardan ilerledi. Acelesi varmış gibi yürüdü. Sağa döndü. PTT’nin yanından geçti. Belediye binasının önünde durdu. Daha önce işi düşmüştü ama. Hoş şimdi de … Bir süre bahçede oturdu. Çamların altında. Üzerine birer ikişer düşen çam kurularını aldı, attı. Girip çıkanları izledi. Bütün binayı süzdü. Bütün pencerelere baktı. Tek tük gezinenlerin kafaları görünüyordu. Ellerinde belgelerle o masadan o masaya git gellerini hayal etti. Başkan hangisinde acaba diye düşündü. Duman rengi beş kat. Beş kat beton. İçinde içlerine beton dökülmüş ruhlar. Onlardan biri olmayı ne kadar çok istemişti. Selma’yı aradı. Özür dilemek istedi. Bir de onu ne kadar çok sevdiğini söylemek. Açmadı. Biraz daha oturdu. Kalktı sonra. Etrafına bakındı: evlere…yoldan geçenlere… telefonuna… ve kapıya… Kapıda belirdi silueti. Mesai bitmişti demek. Gri takım elbisesi vardı üzerinde. Yeni almış olmalıydılar Selma’yla. Merdivenlerden inerken telefonu çaldı. Ceplerini yokladı, buldu: Efendim, dedi. Ha şimdi çıktım. Geliyorum. Ne alayım? ‘’Ekmek, yoğurt.’’ Arkadan kızlarının sesini duydu: ‘’Çikolataa!..’’ Tamam, tamam, dedi. Güldü. Tamamlanamamış bir fotoğrafı ucundan ateşledi. İçine doğru kıvrılarak yandı fotoğraf. Bir cenin gibi der top oldu, içine döndü, suyla buluştu. Çamurlaştı küller. Bakamadı. Geçti gitti yanından sessizce. Başı önünde. Suçlu. Göz pınarları dolu. Zihni duman rengi. Kapı çekildi önünden, yol verdi sanki. Oysa yaşama… Acı. Merdivenler… Beş kat. Necisin, nereye kardeşim!.. Diyen olmadı. Seslerin, insanların, çalan telefonunun sesinde kayboldu. Bir hortuma kapılmış gibi sürüklendi. Gökyüzünün derinliklerine çıkacak, bir toz zerresi gibi konacaktı bir yerlere. Belki biraz daha sert olacaktı. Sonra toprağa karışacaktı işte. Bu kadar!.. Hepsi bu.
Bir cevap yazın