Sıcak bir ağustos sabahıydı. Günlerden Pazar olduğundan öğleye doğru uyanmıştı. Kahvaltının ardından kahvesini içerken masa üstü bilgisayarından gazeteleri açtı Her gün okuduğu köşe yazılarına baktı. Birkaç ekonomi ve siyaset haberi ilgisini çekti. Doların günden güne yükselişine ülkesi adına üzüldü.
“Ne olacak bu ekonominin hâli?” diye düşünürken telefonu çaldı. İş yerinden arkadaşı Halil arıyordu.
-Ahmet günaydın
-Günaydın Halil
-Ne yapıyorsun?
-Kahvaltı yaptım. Gazetelere bakıyordum.
-İşin yoksa bugün sahile inip laflayalım mı? Sana öğle yemeği de ısmarlarım.
-Hiç çıkasım yok aslına bakarsan. Evde dinlenmeyi düşünüyordum.
-Haydi haydi. Bu pırıl pırıl yaz gününde evde mi oturulurmuş? Hazırlan. Bir saate kadar sendeyim.
Kapandı telefon. Halil’ le on yıldır aynı kamu kurumunda çalışıyorlardı. İkisi de henüz bekârdı. İş yerinde evlenememiş üç beş kişi kalmışlardı. Zaman zaman arkadaşlarının serzenişlerine uğrarlardı. Bir ara oldukça sıkıştırdılar arkadaşları. “Haydi artık bir kız bulun da düğünde göbek atıp kurtlarımızı dökelim” sözlerini sık sık duyarlardı.
Halil birkaç kez nişan atmıştı. Ailesinin bulduğu kızlarla bir türlü anlaşamamıştı. Ahmet ise çekingendi bu işlerde. Yalnız yaşamaya da alışmıştı artık. Sanki evlenirse eşi her şeyine karışıp düzenini alt üst edecekmiş gibi gelirdi. “Azıcık aşım ağrısız başım” ilkesini iyice benimsemişti.
Ahmet mutfağı topladı. Üzerini değiştirdi. Çamaşırları makineye atıp atmamakta kararsız kaldı. Gelince atarım, diye düşündü. Sakal tıraşını da yatarken olacaktı. Az daha uzasınlardı. Kapıcıyı aradı. Akşama iki ekmek, bir kase yoğurt bırakmasını istedi. Telefonu tam masaya bırakırken çalmaya başladı. Halil gelmişti. Aşağıda bekliyordu.
Bir süre şehri turladılar. Havaların bunaltıcılığından bahsettiler. Son ayların belâsı salgından konuşmamak olmazdı. Dün hasta sayısı birden artmış mıydı? Bu ay maaşları önceki aydan daha düşüktü. Vergi dilimine mi girmişlerdi? Ev kirasını bu ay artıracaktı Halil. Ev sahibi yüzde on beş zam istemişti.
Sohbet öylesine koyuydu ki sahil kenarındaki kafeye ne zaman geldiklerini anlayamadılar. Arabayı park ettiler. Denize en yakın masa şanslarına boştu. Geçip oturdular. Hemen yanlarına gelen garsona iki çay söylediler. Rüzgârın getirdiği iyot kokusunu derin derin içlerine çektiler.
Annesinin romatizmaları azmıştı Halil’ in. Babası da yaşlandıkça iyice huysuzlaşmıştı. Onlar da yaşlanınca böyle mi olacaklardı? Bazen çocuk gibi birbirlerine küsüyorlar, odalarını ayırıyorlardı. Belki Halil onları bir huzurevine yerleştirmeliydi. Doktoru var, hemşiresi var, yemekleri de ayaklarına gelirdi. Hem huzurevi yönetimi arada geziler de düzenliyordu. Görmedikleri yerleri de gezerlerdi bu fırsatla.
Bu konuların iyi düşünülmesi gerektiğini söyledi Ahmet. Bir anda karar alınacak durumlar değildi. Ahmet’in anne babası Halil’inkilere göre daha gençti. Kendi kendilerini idare edebiliyorlardı. Belki beş, on yıl sonra Ahmet de iyi bir huzurevi araştırmaya başlayacaktı.
Ahmet derin düşüncelere dalmışken bir anda karşı masadaki seslere uyandı. Dört kişi gelip tam karşılarına oturmuşlardı. Bir çekirdek aile duygusunu veriyorlardı görenlere. Çocukların birisi kız, öbürü erkekti. Hangisi küçük, hangisi büyüktü ki… Belki de ikizdiler. Kıza takıldı gözleri Ahmet’in. Bu bakışlar, bu gülümseme, bu konuşurken çeşitli ifadelere bürünen yüz. Ahmet yıllar öncesine gidiverdi. Lise yıllarındaki o kızı anımsadı. İçin için sevdiği ama bir türlü açılamadığı kızı. Bir gün beden dersinde istop oynuyorlardı. Ahmet topu havaya atarken onun adını söylüyordu. O da Ahmet’in adını… Bahar güneşi insanın içini deli bir coşkuyla dolduruyordu. Topu havaya atarken ellerinin beyazlığı Ahmet’in kalbini çalkalıyordu sanki. Topa önce biri dokunuyordu. Sonra diğeri. Ellerinin izleri meşin yuvarlağın teninde buluşuyordu. Lise bitince ailesiyle yıllar önce geldikleri memleketlerine dönmüşlerdi. Çok sonraları öğretmen olduğunu liseden beri sevdiği çocukla evlendiğini duymuştu. Demek ki vefalı bir kızdı. Terk ettiği şehirde kalsa da sevdiği çocuğu bırakmamıştı.
Rüzgâr etkisini yavaş yavaş artırıyordu. Dalgalar kıyıyı daha sert vurmaya başlamıştı .“Kalkalım mı?” dedi Halil. Geçenlerde şehrin merkezinde çok iyi bir kebapçı keşfetmişti. Deniz kıyısından geze geze giderlerdi. Bu arada kebaplar benden hesaplar senden, esprisini de araya sıkıştırmıştı. Gülüştüler. Ahmet çayları ödedi. Kalktılar. Lisedeki o küçük kız heyecanlı heyecanlı kardeşine bir şeyler anlatıyordu.
Bir cevap yazın