Bir zamanlar namı tüm dünyaya yayılmış bir hırsız tanımıştım. Bu hırsız işinde o denli ustaydı ki uğradığı her şehirde, o şehrin sakinleri kapılarını sıkı sıkıya kilitlerler, tüm değerli eşyalarını hırsızdan korumak için en güvenli yerleri olan yastıklarının altına saklarlardı. Fakat bu çabaları bile bile bizim hırsızı durdurmaya yetmezdi. Sabah yataklarından kalkan ev sahipleri uyku mahmurluklarını daha üzerilerinden atamamışken en değerli hazinelerinin çalındığını fark eder, hırsıza lanetler savururlardı. Hatta bir rivayete göre, ülkenin padişahı tüm hazinesini hırsızdan koruyabilmek için ülkedeki en iyi kilit ustalarını huzura çağırttırarak onlara kimsenin açamayacağı bir kapı yapmalarını buyur etmiş ve tüm hazinesini bu odaya koydurduktan sonra odanın başına en güvendiği, bileğine ve kılıcına kuvvetli beş askerini dikmişti. Bunca önlem bile hırsızı durduramamış, sonunda bir sabah hazinesini kontrol etmek üzere odaya giden padişah askerlerine emir verip kapıyı açtırdığında içerisinin bomboş olduğunu görmüş, sinirden küplere binmişti. Kapıyı tasarlayan kilit ustalarıyla birlikte nöbet bekleyen beş cengaverinin, hiç bir kabahatleri olmamasına rağmen, kellerinin vurulmasını emretmişti. Oysa ki hırsız, ne cengaverleri etkisiz hale getirmiş ne de kapının kilidine bir zarar vermişti. Tek yaptığı hazine odasının bitişiğinde bulunan başka bir odadan hazine odasına bir delik açmaktı. Onca hazineyi dışarı nasıl çıkartıp kimseye farkettirmeden kaçırdığını kimse bilmiyordu, zaten hırsızın marifeti de tam olarak burada gizliydi. Bu sırrı tanrı ve hırsızdan başka bilen tek kişi benim ama ben de bizzat sırrın sahibine verdiğim sözden ötürü size açıklamayacağım. Size biraz hırsızdan bahsetmem gerekirse, her daim üzerinde olan uzun siyah entarisi bir erkeğe göre oldukça kısa olan boyunu ayak bileklerine kadar örtüyordu. O kadar sıskaydı ki dışarıdan biri onu gördüğü zaman yıllardır boğazından bir lokma geçmemiş olduğunu düşünür, ona acıyarak gidip kendisine yemek alması için bir kaç akçe para verirdi. Bilmezdi ki o, dünya üzerinde yaşayan herkesten daha zengindi. Fakat onun gözü parada değildi. Diğer hırsızların aksine zengin olmak veya yaşamını idare ettirmek için çalmazdı. Tek bildiği iş buydu, elinden gelen tek iş.. Bu yüzden hırsızlık yapıyordu. Okumamıştı, daha doğrusu okuyamamıştı. Daha bir çocukken okula başlamış fakat öğretmeni onun işe yaramaz tembel bir çocuk olduğunu söyledikten sonra tüm arkadaşları ona gülerken o ağlayarak okuldan çıkmış ve bir daha da geri dönmemişti. Bu olaydan kısa bir süre sonra ailesinden geriye kalmış tek kişi olan babasını kaybetmiş ve kasabanın bir kaç önde geleni aralarında para toplayarak bu zavallı çocuğu okuyup adam olsun diye bir yatılı okula vermişlerdi. Buradaki öğretmenleri de bu küçük çocuğu sevmemişlerdi. Derslerde sürekli başarısız oluyor, öğretmenlerinden dayak yiyor, arkadaşları ise onunla alay ediyorlardı. Yine bir matematik dersinde hocası onu tahtaya kaldırmış ve tahtaya yazdığı soruyu çözmesini sabırla bekliyordu. O ise elinde beyaz tepeşiri ile kara tahtada yazılı soruya korku dolu gözlerle bakıyordu. Birazdan olacakları defalarca yaşamıştı aslında. Soruyu çözemeyecekti, çözemediği için öğretmeni ona bir yandan hakaret ederken bir yandan da şu an elinde tuttuğu kocaman cetvel ile ellerine ta ki onlar kızarıp nasır tutana değin vuracakı. Tabi bu esnada hemen arkasında oturan 20 küsur arkadaşı bu fırsatı kaçırmayarak onunla alay edip ona güleceklerdi. Tüm bu düşünceler onu strese sokmuş olmalı ki daha fazla dayanamadı ve altına kaçırdı. Bu olayın üzerine tüm sınıftan alaycı kahkahalar yükseldi ve küçük çocuk bir daha dönmemek üzere hem sınıfı hem de yurdu terketti. Kışın en çetin günleriydi. Kar tüm kasabayı beyaz bir örtü gibi kaplamıştı. Küçük çocuk bir başına soğuktan titreyerek sokaklarda dolandı. Artık hayatının sonuna geldiğini biliyordu. En azından babasını ve annesini tekrar göreceğini düşündü. Bu düşünce biraz olsun içini ısıttı. Gözlerini sonsuzluğa kapayacağı sırada bir mucize gerçekleşti. Tam beyaz ışığın içinde kayboluyordu ki bir çift el gelip onu ışığın içinden çekti ve tekrar hayata döndürdü.
O günlerde şehirdeki kimsesiz çocukları toplayarak kendisine bir hırsızlar çetesi kurmuş olan Yakup isimli ünlü bir hırsız onu yanına almıştı. Bu çocuktaki olağanüstü yeteneği keşfetmesi ise çok uzun sürmemişti. Her akşam sırasıyla çocuklardan ganimetleri topladığı zamanlarda diğer çocuklar pazar yerinde dolaşan yaşlılardan çaldıkları bir kaç akçe ya da manavdan aşırdıkları bir kaç meyvayı getirirken o, cepleri ağzına kadar akçeyle ve türlü zilyet eşyası ve takılarla dolu gelirdi. Yine böyle bir akşam da Yakup, küçük çocuğu yanına çağırttı ve onu özel olarak eğiteceğini söyledi. Önceki öğretmeninin aksine yeni öğretmeni ona her daim bir baba şevkati ile yaklaşıyordu. Bu durum küçük çocuğun öylesine hoşuna gidiyordu ki bu yeni öğretmeninin ona her gösterdiğini büyük bir hızla öğrenmeye başladı ve küçük yaşına rağmen şöhreti kasabanın sınırlarını aşmış bir hırsız olmuştu. Yakup, kısa süre sonra Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu, küçük hırsız da tek varis olmasına rağmen çeteyi bırakıp dünyayı gezmeye başlamıştı.
İşte dünya üzerindeki tüm zenginlere korku salan hırsızın hikayeside böylece başlamış oldu. Okuldaki tüm öğretmenlerinin aksine o kendisine tek güvenen öğretmenin yolunda ilerliyordu. Tek becerebildiği iş olan hırsızlığa hayatını adamış, o işi de bir zamanlar babasının kendisine söylediği “her ne yapıyorsan, hakkıyla yap” sözünü kendisine ilke edinerek layıkıyla yapıyordu. Bu dünyada çok fazla zamanı kalmamıştı, bunun farkındaydı. Yıllar önce yurtta maruz kaldığı kötü muamele onun ruhunu öylesine derinden sarsmıştı ki bu durum onun ölümcül bir hastalığa yakalanmasına sebep olmuştu. Şimdi ise hastalığı iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamıştı. Ama işte yine bir mucize olmuştu. Uzak diyarların birinde yalnız yaşayan bir cadı olduğunu öğrenmişti. Bu cadı, her hastalığı iyi edebilecek türlü iksirler yapabiliyordu. Bunlardan bir tanesi insana sonsuz yaşamı verebilecek bir iksirdi. Fakat bu yaşlı cadı iksirlerini kimseyle paylaşmaz, kimsenin derdine derman olmazdı. Üstüne bir de çok korkunç ve kötü biriydi. Bir çok ünlü hırsız bu yolda telef olmuşlardı. Cadı, kimisini kurbağaya dönüştürmüş kimisini ise domuza çevirerek hayatlarının kalanını kendi pislikleri içinde yuvarlanarak geçirmelerine sebep olmuştu. Ama bizim hırsızın kendine güveni tamdı, kimse ondan daha iyi bu işi icra edemezdi. Ölümsüzlük iksiriyle ilgili duyduğu bu dedikodulardan sonra hemen iksiri çalmak üzere yolculuk hazırlığına başladı.
Gecenin geç vaktiydi. Etrafta kimsecikler yoktu. Ormanın derinlerinde bulunan iki katlı derme çatma evin bahçesinde türlü bitkiler ve meyve ağaçları bulunuyordu. Ağaçların üzerine tüneyen baykuşlar evin bekçiliğini yapıyorlarmış gibi kocaman gözleriyle etrafı süzüyorlardı. O anda baykuşlardan biri tünediği ağaç dalından havalanarak hırsızın gizlenmek için kullandığı çalılığın yanından uçup hemen arkasındaki toprağa sert bir iniş yaparak bu akşamki yemeğini pençelerinin arasına aldı ve yemeğini yemek üzere olay mahallinden uzaklaştı. Hırsız, sessizce açık pencereden içeri girdi. İki tane gaz lambası büyük salonu loş ışıklarıyla aydınlatıyordu. Gözlerinin loş ışığa alışmasını biraz bekledikten sonra sessizce evin içerisinde gezinerek etrafı incelemeye başladı. Odanın tam köşesinde yeni sönmüş bir şömine ve üzerinde bakanları dehşete düşürecek kadar çirkin bir kadının portresi bulunuyordu. Duvar boyunca sıralanmış rafların üzerinde içlerinde türlü sıvılar bulunan bir çok cam fanuslar ve ölü hayvan leşlerinin bulunduğu kavanozlar büyük bir özenle sıralanmıştı. Sessizce rafların arasında ölümsüzlük iksirini aramaya koyuldu, ama tam olarak nasıl bir şey aradığını bilmiyordu. Tamamen iç güdülerine güveniyordu. İç güdüleri onu şimdiye kadar hiç yanıltmamıştı ve aradığı şeyi bulduğu zaman o olduğunu anlayacağından kuşkusu yoktu. Gerçektende öyle oldu. Raflardan birinde içinden dışarı bir ışık huzmesi süzülen altından yapılmış bir kase dikkatini çekti. İçinden yayılan ışık öylesine göz alıcıydı ki tüm ihtişamıyla parlayan altın kase bile onun yanında işe yaramaz bakır bir çömlek gibi görünüyordu. Hemen rafın önüne gidip içinde ışıklar saçan bir sıvı olan kaseyi eline aldı. Aradığı şeyi bulmuştu ve bu tahmin ettiğinden çok daha kolay olmuştu. Kendi kendisine gülümsedi. Bu muydu yani herkesin korktuğu yaşlı cadı? Böylesine önemli bir şeyi bu kadar basit bir yere mi koymuştu? Belki de kimsenin onu çalamayacağına olan inancı ve kibri yüzünden böylesine değerli bir şeyi saklamaya lüzum duymamıştı. Kaseyi alıp evi terk etmek üzere içeri girdiği pencereye doğru hareketlenmişken içeri girdiğinden gözünden kaçmış, tam salonun ortasında duran üzeri siyah bir örtü ile kapatılmış bir şeyin varlığını fark etti. Yanına gidip örtüyü kaldırdığında karşısına bir boy aynası çıktı. Aynadaki yansımada hasta ölmek üzere olan bir adam kendisine doğru bakıyordu. Bir an da yansıma değişti. Aynada küçük bir çocuk gördü. Öğretmeninin sorduğu soruyu cevaplamaya çalışırken altına yapan bir çocuğun görüntüsüydu bu. Dehşete kapıldı. Siyah örtüyle aynanın üzerini hızla kapadı. Korku ve heyecandan dizlerinin bağı çözülmüştü. Dengesini kaybedip yere düşerken az kalsın elindeki kasenin içindeki tüm sıvının dökülmesine sebep olacaktı. O anda salonun uzak köşesinden hıçkırık sesleri duydu. Sanki bir çocuk ağlıyordu. Salonun karanlık tarafına doğru sürünerek ilerlemeye başladı. Öksürüğü iyice artmıştı. Öksürürken ağzından çıkan kanlar ahşap zemini kırmızıya boyuyordu. Bu hayattaki vadesi dolmak üzereydi. Bir an önce iksiri içmesi gerekiyordu ama hırsız bir kere merakına yenik düşmüştü işte. Hıçkırık sesinin geldiği yere doğru karanlığın içinde sürünerek ilerledi. Artık gaz lambaları salonu daha az aydınlatıyordu. Gaz lambalarından biri sönmüş, diğeri de son gücünü kullanarak inatla odayı aydınlatmaya çalışıyordu. Hırsız karanlık köşeye vardığında gördükleri karşısında gözlerine inanamadı. Elinde beyaz bir tepeşir tutan ayağından zincirli küçük bir çocuk kara tahtanın önünde çökmüş hiç durmadan hıçkırarak ağlıyordu. Ağzından çıkan salyalarda kan vardı. Hırsız o an tahtada yazan soruyu fark etti. Yıllar öncesine, o yurttaki güne gitti. Aynı soruydu. Nasıl bir büyüydü bu? Artık daha fazla hareket edecek dermanı kalmamıştı. Önünde yapması gereken bir seçim vardı; ya iksiri kendisi içip bu lanetli mekanı bir ölümsüz olarak terkedecek yahut da iksiri çocuğa içirip onu kurtaracaktı. Kararını verdi. Tıpkı hayattaki tek öğretmeni olan Yakup gibi onun da ömrü buraya kadardı. Kendisinden sonrakilere bir yol açması gerekiyordu. Altın kasenin içindeki iksiri çocuğa içirdi, son kalan gücüyle zincirleri açtı. Daha sonrasında… Hikayenin bundan sonrasını zaten tahmin edebiliyorsunuzdur o yüzden anlatmaya gerek duymuyorum. Size tek söyleyeceğim hırsızın şu an anne ve babasının yanında mutlu mesut bir hayat yaşadığıdır.
Bir cevap yazın