Keçi Dağ’ının dişi Honamlı’sı, Akdeniz’in yakan sıcağında, saf su bulma adına ipini kopardı. Uzaklaştı ovadan. O yarık senin bu yamaç benim dolanıp durdu.
Kerpiç evin yıkıntıları arasında, gürleyen toprak suyun, çeşmesinde buldu kendini. Suda arılık ararken, sudan serin sesler geldi.
Sese yöneldi, ses, yerin altından geliyordu. Baktı. Yıkıntıların arasındaki kovuğu gördü. Honamlı Obasının beyaza dönük kırçıllı sütlü kahve dişisi, kovuktan içeri girdi. Bakır rengi başının, bakırdan çıngırağı, yürüdükçe başka bir çıngırağın sesiyle karışıyordu. Tanıyordu karışan sesi. Hızlandı. İçlere doğru yol, engebeli yola, engebeli yol da derinlere inmeye başladı. Ara ara yolun geçitleri daralıyordu. Daralan geçitlere tosluyor, keçi inadıyla açıyor, kan revan içinde kalıyordu. Amacı o sese ulaşmaktı. Engel tanıması olasılık dışıydı. Her adımı, her engeli aşması, ona bir adım daha yaklaşması demekti.
Griye çalan başın mavi gözlerini, boynunu süsleyen gümüşten çıngırağı, unutması ne mümkündü!
Üç gün önce, tan ağartısında, ağıllarından çıkıp patikalardan yukarılara tırmanıyorlardı. Düşen çiyin nemlendirdiği yaprakların aralarından, Toros’un tepelerine, mavi göğün beyazına ulaşıyorlardı. Akşamın serinliğinde ise çıngıraklarıyla, müzik yapıp çevik ayaklarıyla adeta sarp kayalıklarda, kızıla dönen gökyüzünün altında dans ediyorlardı. Irmakların soğuk sularını birlikte içerken, ağaçların yapraklarından, düzlüklerin yeşilinden, birlikte beslenirken, yoldaş olmanın yadsınamaz yarenliğini yaşıyorlardı.
Neden yanlış tanıyorlardı?
Honam’lı Obası, bilinenin aksine zarar yerine yarar sağlıyordu. Dalların aşağıdaki yapraklarını, otları yemeleri olası yangınları önlüyordu. Honam’lı, doğanın, ormanın koruyucusuydu. Gübreleri, ormanın toprağını güçlendiriyordu. Ormana bakıyor, ormanı besliyorlardı…
İnsanları anlamak, onlar için her devir güç oldu. Gördükleri dünya, aynı dünya değil miydi?
Gün batımında akşam yeli eserken, bulutun içindeki beyaz bulut, dağlarından elini ayağını çekip bulutun içindeki güneş bulutlanınca, ağaçların yapraklarına da ay düşünce hep birlikte çıngırağın müziği, çobanın kavalı ile ağıllarına dönmüşlerdi. Ağılın kapısında uğultular çıkaran demir yığını vardı. Demir yığının içinde de birileri. İndiler. İnenler ikisini gösterdi. Çoban ağlayarak, seve okşaya, çaresizliğinin güçsüzlüğüyle ikisini ayırdı diğerlerinden. O ikisi, ayrımlıydı diğerlerinden. O birileri, ipleri, güzelim boyunlarına dolayıp canlarının acımasına aldırış etmeden, demir yığınına çekiştirmiş, demir yığının kasasına, un çuvalı atar gibi atıp dağlarından, obasından koparmıştı onları. Dağların eteklerinden nereye götürüldüklerini bilmeden gidiyorlardı. Birbirlerinden güç alıyor nefesleri nefeslerine değiyordu. Endişe! Geleceğin endişesi sarmıştı bedenlerini. Koparamıyorlardı iplerini. İplerden kurtulma çabası kanatıyordu bedenlerini, tutsaklık yakıyordu canlarını. Bilinmeyen yolculuk başlamıştı bilinmeyen sona doğru. Dağlarının yeşilinden, serinliğinden, gittikçe uzaklaştıklarını, havanın kavuran sıcağından biliyorlardı. Dönüşü olmayan yol, gözlerinden akan yaşın nedeni olurken araç duruvermişti. Araçtan indirilmeleri ayrı bir olaydı. Sezebiliyorlardı olabilecekleri. İnmemek için direniyorlar, direndikçe canları daha çok yanıyordu. Direnmeleri sonuç vermemişti. Bahçedekiler, bahçedeki ağacın gövdesine bağlayıvermişlerdi onları.
Gri başın, kurban edildiğinde, ona bakan, ölüm kokan, gözlerini unutamıyordu!
Demek ki edilememişti, çıngırağın sesini duyuyordu. Kendi gibi uygun bir an bulup o da kaçmış, bu kovuğu bulmuştu. Her adımı yoldaşına yaklaşması demekti. Yaklaştıkça nabzı yükseliyor, nefes alış verişleri sıklaşıyordu. Yükselen nabız, düşürdü onu, yaralandı, debelendi. Bekledi. Ayağa kalktı. Nefesi düzeldi. Nabzı normale döndü. Devam etti dar geçitlerin, aşılamaz dehlizlerinde… Tosladı, engel bu defa büyüktü, set; kaya gibiydi, kaygandı, keskinliğiyle acımasızdı. Engeli boynuzları yıkamayacaktı. Düşündü. Başka yol bulmalıydı. Bakındı. Topraktan sızan suyu gördü. Durdu. Gücünü toplamalıydı. Yattı uyudu. Uzun süre uyudu.
Uyandı. Dağlarda çevikliğini sağlayan ayakları ve de tırnakları bu kez boynuzlarının yardımına koştu. Yumuşak toprağı eşeledi. Taşın öte yanından geçmeliydi. Kendi geçidini kendi açmaya başladı. İlerledikçe suyun akışı artıyordu. Son toynakla, arkadaki suyun gücüyle de son-barikatı yıkıldı. Yer altı ırmağına ulaştı. Irmağın içindeki yada-cide taşların üzerinden, çevik ayaklar, atlayıp zıplamaya başladı sonra bıraktı kendini suyun akışına. Yol, bilinmeyene doğru götürüyordu onu. Yer altı kovuklarının sarkıtları keskindi. Kanatıyordu her yerini. Parlayan sarkıtların arasında oradan oraya savrulup dururken düzlüğe çıktı. Düzlükte, görüntüler küle benziyordu. Üflesen dağılacak gibiydi küller. Uzaklaştı oradan. Uzaklaştıkça suyun debisi arttı. Sürüklenmeye başladı aşağılara doğru. Soğuk su sıcak suya karıştı. Kaynayan suya dönüştü. Buhar, geçitlerin soğuk duvarlarına çarptıkça odun küfünün kokusu can yakan kokuya dönüştü. Her hücresi aleve kapılmış gibiydi. Adım adım yok olduğunu hissetti.
Su duruldu. Su buza dönüştü. Yanan bedeni dondu. Yaraları acıtmıyordu artık canını.
Su kendi yolunu bulurken onun da yolu oldu. Yerin üstünde, ırmağın içinde, gelincik tarlasının ortasındaydı. Doğdu gün gibi alıyla moruyla, pembesiyle mavisiyle, grisiyle renkten renge giriyordu gökyüzü. Güneşin doğuşunu izlemeyen yaşarken yaşamamış sayılırdı Akdeniz’i. Yaşamıştı o, o güzelim Akdeniz’i, hem de iliklerine kadar.
Dağların yeşili, güneşin ışığını yansıtıyordu. İlerledikçe, yeşil başka yeşil, çiçekler renk coşkusunda başka renkti. Irmağın içinden umarsızca ileriye gitmeye başladı. Çağlayana ulaştı. Irmak çağlamanın beyazıyla kimileyin maviye kimileyin yeşile dönen göle kavuştu. O da. Göle her yamaçtan sular çağlıyordu. Dağın gölgesi, gölün suyunda tüm ululuğuyla buradayım diyordu. Doğanın tınısı, yelin esintisiyle, göldeki gölgeler; tınıya, esintiye kendini kaptırmış adeta dans ediyordu. Bakir doğa sunuyordu kendini ona! O da kendini!
Sudaki gölgeleri süsleyen, cide taşları, güneşin ışığıyla suyun içinde ışıldıyordu. Ona korkma gel diyordu. İlerledi, hiçbir şey düşünemeden ilerledi. Gölün kıyısında, kırmızı lekelerden oluşan, yağmur taşlarının üzerinde suyun yaladığı pıtrak motifli kırmızı yada kakmalı gümüş çıngırağı gördü. Yaklaştı. Taşın üstünde bakır bakraç, bakracının içinde on dört diş, dört boynuz gördü. Boynuzların arkasında, kanı sıyrılmaya yüz tutmuş yeşil yada kakmalı, elibelinde motifli bakır çıngırağı da gördü!
Dermansızdı. Durdu. Saf suya daldı. Sudan çıktı. Gözünün kana dönüşen yaşını saf suya akıttı. İleriye baktı, ileride başka çıngıraklar da vardı. Yaklaştı, hepsi yeşil ve kırmızı taş kakmalı hayat ağacı motifliydi. Birine uzandı, boynuna doladı. Ve onu-onları gördü. Gözleri gözlerine değdi. Ulaşmıştı, griye çalan başın mavi gözlerine.
Kavuştular! Ayrılmamak üzere sarıldılar birbirlerine. Derin derin nefes aldılar kendi dünyalarında.
Başlarını kaldırdılar gökyüzüne. Gökyüzü, gök mavisi, bulutlar da maviye dönen beyaz elbisenin beyaz incisiydi.
Bulutlar, mavi yeşilin elbisesi olsa da ardında bıraktıkları dünya artık geldikleri yer gibi değildi.
21.5.2017/2.33
*Honamlı Yörüklerinden adını alan Antalya ve Akdeniz yöresinde yetiştirilen Saf Honamlı keçilerinde alın ve ayaklar beyaz veya kahverengi, bedenleri genelde siyah olup bazıları ise kırçıllıdır.
Bir cevap yazın