(6-7 Eylül anısına)
“Her günbatımı güzeldir ama Bodrum’un günbatımı ayrı bir güzeldir,” derdi. İstanbul’un keşmekeşinden kaçıp kendini yeşille mavinin birleştiği Gümüşlük’teki yazlığına atalı yıllar olmuştu. Yakında yetmişli yaşları da mazide bırakacaktı ama beyaz tenindeki çocuksu gülüşleri, ışık saçan sıcacık bakışlarıyla yaşından çok daha genç görünüyordu. Tiryakisi olduğu sigarayla alkol bile yüzündeki çizgilerine çok değememiş, gözlerinin feri hâlâ sönmemişti. Ta ki o güne kadar…
İki katlı evin üst balkonundaki köşesinde, sandalyeye çakılıydı adeta. Veda etmek için acele eden güneş gökyüzünü kızıla boyamıştı. Deniz mavisini yitirmiş, gümüşi parıltılarla oynaşıyordu. Her akşam bu vakitte Küçük Kiremit Adası’na karşı kadehini kaldırır, “Şerefine Kambur Balina,” der, rakısından ufak ufak yudumlardı ama o akşam rakısını Küçük Kiremit Adası’na bakmadan yudumladı. Masanın üzerindeki kargo zarfının üzerinde işaret parmağını gezdirdi. E harfini çiziyordu parmağı. Büyük “E”, küçük “e”. Birkaç saat önce gelen zarfın içindekileri kaç kez çıkarıp okşadıktan sonra yeniden zarfın içine koyduğunu hatırlamıyordu. Nasıldı Eleni’nin mavileri? Açık mavi mi, yoksa bulut bulut muydu? Hayır, koyuydu. Koyu mavi. Okyanus mavisi gibi. Okyanus kadar derin.
Manifaturacı Necip’le Sarraf Stavro’nun dükkân komşuluğundan doğan ahbaplıkları, Yedikule’de iki sokaklık mesafedeki evlerinin de yakın olması sebebiyle ailece görüşmelere varınca çocukları da kuzenler kadar yakın olmuşlardı birbirlerine. Eleni’yle Behzat yaşıttı. Behzat’ın kardeşi İlhan da Eleni’nin kardeşi Kostas’la yaşıt. Bu kaynaşma Behzat’ın lise yıllarına kadar aynı sıcaklıkta devam etmiş, birbirlerinin babalarından korkarken annelerine şımarmışlardı.
Behzat, Paskalya bayramını iple çekerdi. İki katlı evin alt katındaki mutfaktan gelen çeşit çeşit kokular çocuk sevincine bambaşka bir sevinç eklerdi. Bazen işi daha da ileri götürür, Dorota Teyzesine, “Keşke benim annem sen olsaydın,” derdi. O sırada annesinin gözlerindeki bulutlanmayı göremezdi. Dorota Teyzesi, Behzat’ın omuzlarını okşarken biricik arkadaşını güldürmeye çalışırdı.
“O zaman sen de Kostas’ın annesi olursun kuzum.”
Ciddiye alırdı bu sözleri. Tombul yanakları kızarır, kaşları inerdi.
“Olmaz! Annemi kimseye vermem!”
İki kadın katıla katıla gülerken Behzat rahatlardı. Koşarak Eleni’nin elinden tutar, evin arkasındaki bahçeye indirirdi. Bazen seksek oynarlardı bazen de misket.
Bayram için çörek yapılacağı gece yalvar yakar Elenilerde kalırdı. Çünkü o gece ve sabahında evdeki telaş hoşuna giderdi. Çörek için hazırlıklar genellikle bir gün önceden öğleden sonra başlardı. Bir yandan anason kaynatılıp süzülürken diğer yandan hamurun mayası hazırlanır, dikdörtgen hamur teknesi mutfağın ortasına yerleştirilirdi. Çörek hamurunu yoğurmak güç gerektirdiği için o akşam Stavro Amcası eve erken gelir, saatlerce süren hamur yoğurma işini üstlenirdi. Uzun uzun yoğrulup kıvama gelen hamurun üzerine haç işareti çizilir, temiz çarşaf ve battaniye örtülüp kuzinenin yanına taşınırdı. Sabahın erken saatinde kabarmış hamur bakır tepsilere yayılır, üstüne susam ekildikten sonra çatalın ucuyla süs yapılırdı. Dorota Teyze ayrıca bir küçük tepsi hazırlar, tepsiyi yüzünde gülücüklerle yemek masasına koyardı.
“Hadi bakalım toplanın! Bu tepsi sizin. İstediğiniz gibi süsleyin.”
İşte geceden beri beklenen en keyifli an o andı. Koşarak tepsinin başına toplanırlardı.
“En güzel ben süsledim.”
“Hayır ben daha güzel yaptım, sen bozdun,” teraneleri içinde delik deşik ederlerdi hamuru. Kendi emeklerinin sindiği çörekler pişer pişmez, ağızları yana yana iştahla yerlerdi.
Yıllar acelesi varmışçasına öyle bir hızla geçmişti ki takvimler altı Eylül bin dokuz yüz elli beşi gösteriyordu. Behzat servi boylu bir liseliydi artık. Son sınıf için okul yoluna düşmesine birkaç hafta vardı. Geçmiş yıllardaki gibi paydos zili çalar çalmaz soluğu yine Elenilerin evinin önünde alacak, balıklı tokmağa ardı ardına vuracak, kapı açılır açılmaz içeriye dalıp mutfaktan gelen kokuları içine çekecekti. Eleni’yle ellerinde çörekleri bahçeye oturup okul dedikodusu yapacaklar ve muhabbetlerinin gölgesinde karınlarına kramplar girene kadar güleceklerdi ama öyle olmadı.
Behzat güzel bir sabaha gözlerini açtığında o günü yeni güne bağlayan gece gözlerini hiç kırpmayacağını, o gecenin İstanbul’un ve ailesinin asla unutmayacağı bir gece olacağını ve tarihe kara bir sayfa olarak düşüleceğini hiç bilmiyordu.
Gökyüzünü saran kara bulutların koca kenti hızla karanlığa sürüklediği gün dükkândaydı. Öğle saatlerinde radyonun verdiği haberlere göre, Selanik’te, Atatürk’ün evinin bombalandığı söyleniyordu. Babası kepenkleri her zamankinden erken indirirken sağ tarafındaki komşusu Antikacı Avel’le sol tarafındaki komşusu Sarraf Stavro da aceleyle dükkânlarını kapatıyorlardı. Babası endişesini gizleyemedi.
“Allah hayra çıkara ama kötü şeyler olacakmış gibi geliyor bana.”
Antikacı Avel yarım gülüşle mırıldandı. “Ne olacaksa bize olacak, sana da ne oluyor vire?”
Babası hemen atıldı lafa. “Öyle deme komşum. Sizi yakan ateş bizi de yakar.”
Aralarındaki sessizlik hemfikir olduklarını bağırır gibiydi. Endişeli gülümseyişlerle birbirlerine el sallayarak vedalaşıp evlerine dağılmışlardı.
Olaylar başladığında akşam karanlığı henüz sokaklara düşmemişti. Kapıdan kapıya, kulaktan kulağa birçok laf dolaşıyordu. Önce Rumları hedef alan insan güruhu çok geçmeden tüm gayrimüslimlere saldırmaya başlamıştı. Evin çaprazında kalan kilisenin yandığını gören Necip çocuklarını pencereden uzak tutmaya çalışıyordu ama gökyüzünü kızıla boyayan alevleri görmemeleri, sokaktaki çığlıkları, koşturmacaları duymamaları mümkün değildi. Sessiz sessiz gözyaşı döken annesi tedirginliğini saklayamıyordu. Behzat kırmızıya dönen yüzünü, boynuna gömerek mırıldandı.
“Stavro Amcamlara bir şey olmuş mudur baba?”
Babası duymazdan gelmişti önce sonra o da başı yerde yanıtlamıştı oğlunu.
“Düşünmek bile istemiyorum ama çok korkuyorum. Allah yardımcıları olsun.”
O gece ilan edilen sokağa çıkma yasağı sabah yedide sona erdiğinde babası evden kimsenin dışarı çıkmamasını sıkı sıkıya tembihleyip dükkâna gitmişti. Eve döndüğünde yüzü kireç gidiydi. “Yok ya! Biz insan değiliz.” diyerek başını acıyla iki yana salladı ve merakla havadisleri bekleyen ev halkına tek tek bakarak iç geçirdi. “Stavro’nun dükkânına da girmişler. Dükkân diye bir şey yok ortada. Yağmalamışlar, yerle bir etmişler. Soluğu evlerinde aldım ama kapı duvar. Sonra yan komşuları söyledi. Hastanedelermiş.”
Annesi dizlerini döverek ağlıyordu. “Elleri kırılasıcalar, Allah’tan korkmaz mı bunlar?”
“Hastaneye gittim. Keşke gitmez olaydım, hani Stavro’nun küçük biraderinin, Eleni’den biraz büyük bir kızı vardı hatırladın mı?”
“Evet evet. Geçen yıl mühendis çıktı.”
“Hı. İşte o.” Yutkundu Necip Usta. Yüzünü iyice yere düşürdü. “Zavallı kızcağızı… Yani şey… İşte anla. Şerefsizlik diz boyu anlayacağın.”
Uzun bir sessizlik oldu odada. Behzat silkelenip ayağa kalktı. “Ben de hastaneye gideceğim.” Kolundan tutup oturttu babası. “Sakin ol. Durum bildiğin gibi değil. Hepsi çok üzgün. Beni görünce düşman görmüş gibi arkalarını dönüp selam vermediler. Gücenemedim bile. Ortalığın sakinleşmesi, yaralarının biraz hafiflemesi lazım.”
Üç gün sonra, Stavro dükkânını tamir ettirmeye başlayınca ufaktan ufaktan konuşmaya başlamıştı komşusu Necip’le. Haftasında geçmiş olsun ziyareti için zor bela kabul etmişti evine. Dışarı çıkması yasaklanan Behzat, günlerdir hasret kaldığı Eleni’yi görme hevesiyle çok heyecanlıydı ama yıllardır içtikleri su ayrı gitmeyen Stavro ailesi, Necip ailesini hiç beklemedikleri bir soğuklukla karşılamışlardı. Eleni’yle Kostas güya Büyük Ada’daki teyzelerine gitmişlerdi. Behzat, ikisinin de üst kattaki odada olduklarını hissediyordu.
Sonraki günlerde iki ailenin arasındaki mesafe git gide büyür olmuştu. Eskisi gibi fütursuzca girip çıkamıyordu Elenilerin evine. Dorota Teyze’nin sevgi dolu bakışlarını, mis kokulu çöreklerini, sakızlı yılbaşı pidesini, Eleni’nin, “Mağiriça,” dediği sakatat çorbasını, renkli yumurtaları, hindi dolmasını çok özlüyordu. O eve has koku burnunda tütüyordu.
Eleni’yle aynı üniversitede okumaları o günlerde tek tesellisiydi. Kendi muhitlerinde birlikte görünmekten çekinirlerdi ama okula gittikleri günlerde bazen İstiklal Caddesi’nde uzun yürüyüşler yapar, bazen de Çiçek Pasajı’nda oturup sohbet ederlerdi. Ortaköy’e inip denizi seyrettikleri bile olurdu. Nedenini bilmeksizin Eleni’yle görüştüğünü ailesinden saklıyordu. Eleni’nin de evde kendisinden bahsetmediğinden adı kadar emindi. Aralarında tek bir cümle konuşmadan, sessizce yaptıkları bir anlaşmaydı sanki. Tıpkı aralarındaki adını koymadıkları sevginin de hiç konuşulmadığı gibi. Baş başa oldukları zamanlarda Behzat sohbetlerinin arasına sıkıştırdığı imalı sözlerle ağzını yoklardı kızın. “Ee. Anlat bakalım. Özel biri var mı hayatında?” Eleni oralı olmaz, uzun sarı saçlarını savurarak pembe dudaklarını kıvırırdı. “Ben, kimseyi sevmemeye karar verdim.” Ne demekti karar vermek? Kafası karışırdı Behzat’ın. Daha da üstüne giderdi. “Hadi hadi saklama. Senin gibi bir kızı boşta bırakırlar mı?” Eleni sıkılırdı. “Geç kalıyorum kalkalım mı?”
İstanbul, yeni yıla girişinin altıncı gününde yoğun kar altındaydı. Termometreler eksilerde gezinirken Eleni’yle yine bir kaçamak yapıp Ta Fota yortusuna katılmışlardı. Kapalı Çarşı’dan çok beğenerek aldığı mavi boncuklu bilekliği Eleni’nin narin bileğine takarken Behzat’ın elleri titremişti. Genç kızın, çocukluk günlerinde olduğu kadar mutlu olduğunu görmek, neşesini kabartmıştı. Eleni üşüdükçe Behzat’ın omuzlarına sokulup koluna sarılıyordu. Papaz haçı suya atacağı sırada mavi gözlerini genç adama dikmişti. “Hadi sen de atla.”
Behzat şaşkındı. “Şaka yapıyorsun.”
“Hayır ciddiyim.”
“Yapamam.”
Eleni nazlandı. “Lütfen. Benim hatırım için.”
“Böyle söyleme Allah aşkına. Ne işim var benim suda?”
Genç kız, kollarını kenetleyip dudaklarını büzdü. “Aşk olsun. Küstüm işte. Hiç hatırım yok mu?”
Olacak şey miydi? Buz gibi suya atlayıp haçın peşinden koşmak akıl kârı değildi. Ya Eleni’nin hatırı? Onu mutlu etmek için değmez miydi? Giysilerini çıkarıp kızı süzdü. “Senin için ölüme bile giderim. Bunun farkındasın değil mi?” Gözleri yerde koşarak denize atlarken gençler çoktan haçı çıkarmışlar çığlık çığlığa eğleniyorlardı. Çıktığında bütün bedeni titriyor, dişleri takırdıyordu. Aceleyle giyindi. Başlattığı süreci sonlandırmak isteyen yüreğinin heyecanı üşümesini bile unutturmuştu. Eleni’nin kolunu tutup yine gözlerine baktı ama kızın mavileri denizin çok uzağına bakıyordu. Aldırmadı. İçinde birike birike göl olmuş sözcüklerinin musluğunu açıverdi ansızın. “Seni seviyorum Eleni,” dedi, “çocukluğumdan beri her gün daha da çoğalan bir aşkla.”
Eleni, Behzat’ın ağzını kapattı. “Sus! Lütfen, sus!” Ardına bakmadan hızlı adımlarla caddeye doğru yürüdü. Karşıya geçip ara sokağa girerek görünmez oldu. Behzat o gün, biricik deniz gözlüsüyle yalnız olarak görüştükleri son gün olduğunu bilmiyordu.
Kathari Deftera gününe kadar hiç görüşmediler. Şenlik için Tatavla’ya geleceğini biliyordu ama mavilerine değen başka bir göze ışıldayarak orada olacağını hiç düşünmemişti. Eleni, dükkân komşuları Antikacı Avel’in oğlu Bedros’un kolunda katılmıştı eğlenceye.
Aylar sonra, Kurban Bayramı’nın ikinci günü, akşam ziyaretinde karşılaştılar. Maaile gelmişlerdi Manifaturacı Necip’in hanesine. Dorota Teyze, Stavro Amca, Kostas, Eleni ve Damat Bedros.
Ziyaretin bitiminde Behzat’ı yanaklarından öpmüştü Eleni. Kulağına fısıldamıştı. Yumuşacık.
“Lütfen, dostluğunu benden esirgeme.”
Esirger miydi hiç? Esirgemezdi. Kıyamazdı Eleni’ye. Kış sonunda sade bir törenle yapılan düğününe gitmeyi de esirgemedi. İki yıl sonra kendisi, Ruhsar’la evlenirken Eleni’nin gelinin nedimesi olma isteğini de içi burkularak kabul etti. Arada bir de olsa okyanus mavilerinin dalgalarında yüzmek, sıcacık gülüşünde ısınmak her şeye değerdi. Yıllar boyunca istemeye istemeye Bedros’a enişte demeye bile değerdi.
Güneş çoktan kaybolmuş, balkona akşam serinliği çökmüştü. Behzat, rakısından bir yudum daha aldı. Dalgın bakışlarını denizde gezdirdi. Küçük Kiremit Adası kalemle çizilmiş gibi belli belirsiz görünüyordu. İşaret parmağıyla kargo zarfının üzerine bir kez daha “e” yazdıktan sonra zarfın ağzını aralayıp içindekileri yeniden masaya döktü. Mavi boncuklu bilekliği avucuna alıp okşadı, öptü, yanaklarında gezdirdi. Masanın üzerinde beyaz yama gibi duran kâğıda değdi gözleri.
“Eleni, bu bilekliği sana göndermemi vasiyet etti… Bedros.”
Kâğıdın üzerine düşen bir damla yaşla harfler birbirine karıştı.
Bir cevap yazın