Fransız yazar Thierry Jonquet’in romanı ‘’Tarantula’’yı kendi tarzıyla harmanlayıp sinemaya uyarlayan Pedro Almodovar, eski başyapıtlarına (Annem Hakkında Herşey, Konuş Onunla, Dönüş) benzer bir tablo yaratmış diyebiliriz. Almodovar kendi dünyasında renklendirdiği insan kareleri,acı ve tutsaklık,bilinç akışı ve anıların önemine dem vurduğu son filmi ‘’La piel que habito’’(İçinde Yaşadığım Deri) ile bizleri sarsıcı bir yüzleşmeye davet ediyor.
Her zaman ki gibi detaylar üzerine dikkat çekme, sahnelerin fotojenik güzelliği ve estetik bakış açısı filmi izlememiz için gerekçelerden sadece birisi. Meslek üzerine yapılan etik sorgulamalar,insanın içinde bulunduğu durumu kabullenmesi ve yeni şartlar oluşturması gibi konularda da Almadovar’ın, bize bizi hatırlatıp tekrar hayatlarımıza dokunması ise filmin ayrı bir gerçekliğini ortaya koyuyor. İnsana dair gerçekliklerin anlatıldığı bir çok filmde yönetmenin kendi tarzını ortaya koyması yürekli bir adımdır ki Almodovar bunu fazlasıyla başarmıştır. Yinelemelerden uzak, sade ve rahatlatıcı demeye kalmadan bir adım sonrasında şaşırtmayı hep bilmiştir.Tabi burada oyunculuklarıyla filmin hakkını veren, yönetmenin anlatmak istediğini bizlere cömertçe sunan Antonio Banderas ,Elena Anaya ve Almodovar’ın vazgeçilmezlerinden Marisa Parades’in performanslarını da es geçmemek gerek.Ayrıca Vincent rolüne hayat veren genç yetenek Jan Cornet’i de unutmamak gerek. Hapçı ve serseri tiplemesi ile başta nefretimizi kazansa da sonraları filmin en dokunaklı sahnelerinde kendisiyle tekrar farklı bir yüzde(!) tanışacağımız Cornet’i, umuyoruz ki ileride başka rollerde de izleme şansımız olur.
İçeriği biraz irdelersek film,sevgilisiyle kaçarken trafik kazası geçiren ve tüm vücudu yanan eski eşi için, evindeki laboratuvarda deri nakli ile ilgili çalışmalar yapan estetik cerrahı Robert Ledgard (Antonio Banderas)’ın ekseninde başlıyor. Ledgard’ın tıp dünyasının etik bulmadığı insan üzerindeki yapay deri çalışmaları ve evine hapsettiği Vera’nın (Elena Anaya) dokunaklı hikayesine doğru süzülüyoruz. Ledgard’ın ölen eşine hastalıklı takıntısı ve hırsı, Vera’yı ona benzetmeye çalışması aslında bir nevi geçmişin hırsını alma çabaları değil midir? Fakat değiştiremeyeceği gerçeklerin farkına varması acı sonuçları da beraberinde getirecektir. Filmin sürükleyici akışı içinde kaybolmuyor tam tersine yoğuruluyoruz. Farklı hayatların tek bir kareye girmesi sonucu diğer karakterlere de sarmamak imkansız. Bu doğrultuda mütevazi bir hayatı olan annesinin, dükkanında çalışan Vincent’ın geçmişte yaptığı bir hatanın bedelinin 2 kişiye mal olduğunu görüyoruz. Biri Ledgard’ın, annesinin intiharı sonucu büyük bir buhrana giren kızı Norma diğeri ise başka bir bedene ve ruha hapsedilen Vera’dan başkası değildi. Vera’nın yeni hayatında, hapsedildiği yeni bedeni ve onunla yaşamayı öğrenmesi,yaşadığı büyük çaresizliği, Ledgard’ın sadistçe çalışmalara devam etmesi adeta bizleri insanlığımızdan utandıracak cinsten.
Filmde görsel öğelerin sanki kitap satırlarındaki betimlemeler gibi şiirsel bir akışta ilerlediğini görüyoruz. Öyle ki tasvirler abartılmamış izleyicinin gözüne sokulmadan,inceden
verilmiş. Bir kaç örnek verirsek Ledgard’ın Vera’yı hapsettiği odada,Vera uzanmış kitabını okurken,Ledgard’da tıpkı aynı pozisyonu alır ve bir kaç saniye de olsa Vera’nın psikolojisine girmeye çalışır. Empati duygusunu aşılamaya çalışan Almodovar bunu sözle değil de davranışlara takındırmış.
Diğer bir sahnede ise Vera ve Ledgard’ın sarılırken ve sırt sırta döndüklerinde gördükleri rüyaların farklılığı sunulmuş. Rüyalarımızda bile çaresizliklerimiz sunulmaz mı bize? Ya da değiştirmek isteyipte geriye saramadığımız durumlarda ki acziyet midir, bizi biz yapan? Bu doğrultuda birbilerine yakınken aynı zamanda nasıl bu kadar uzak olduklarına dair ipuçları verilip, kendilerinden kaçış, geçmişe dönüp hatalarla yüzleşme,bunun muhasebesini yapma ve dile dökülmeyenleri yaşama üzerine güzel bir anlatım yakalanmış. Bu ve benzeri ipuçlarıyla bizlere de adeta topu atıp düşündürtmeyi başarmamış mı?
Filmin adından da anlaşıldığı gibi bize sunulan, yaşatılan bir hayatın kalıplarına sıkışıp aslında kendi benliğimizi bulma çabamız anlatılıp, hiç bir hayatın ucuz olamayacak kadar mücadeleyi hakettiği tekrar hatırlatılmış. İçi boş vaatlerle değil, yaşanacak her anın tadına varılması büyük bir lütuftur aslında. Sonun gene seyircide bitmesi Almodavar filmlerinde şaşırdığımız bir öğe değil, burada da sonu bağlamak tamamen sizlere bırakılmış ki bu nedenle de izledikten 3 gün sonra bile akla gelip bir acaba dedirtebiliyor. Bu arada filmin müziklerine geniş bir yelpazede bakmak isterdim ama şöyle bir değerlendirmeyle de anlatmam yetebilir; Alberto iglesias sadece bir film müziği yapmamış,oyuncularla beraber oynamış. Klasik batı müziğinin keskin,vurucu ritmiyle filme ortak olmuş diyebiliriz.
Gittiği hemen her festivalde yaklaşık 40’a yakın adaylık ve ödüllerle dönen bu filmin, oyuncular ve yönetmen arasındaki ahenkte göz önüne alındığında şimdiden adını klasiklere eklediğine inanıyorum.
Yönetmen | Pedro Almodovar |
Senaryo | Pedro Almodovar,Agustin Almodovar, Thierry Jonquet(Tarantula) |
Oyuncular | Antonia Banderas,Elena Anaya,Marisa Paredes,Jan Cornet |
Müzik | Alberto Iglesias |
Imdb puan | 7.7 |
Bir cevap yazın