Yüzüme dokunuyorum, bir iz bulabilmek için. Tıpkı cılk çamur olmuş asfalta ayak izi bırakmaya çalışırcasına, hem buluyorum tüm izleri hem kaybediyorum hemen tüm geçişleri. Ne aklım ne elim ne bedenim inanıyor tüm bu yaşadıklarıma. Kollarıma bakıyorum, unuttuklarım orada mı diye. Kollarım ağır bu bedene.
Dün gece yaşadığım kayıp anıların ardından, temiz havaya vurmaya karar veriyorum kendimi, ısıtılmış bir süt gibi, kaynamaya hazırken çekip almışlar sanki beni ocağımdan. Ayaklarımın yorgun ve halsiz olması aklımı karıştırıyor. Çünkü kalbim yorgun değil. Aksine tüm bu bilinçsiz anlardan sonra oldukça dinç. Ama yine de ayakkabım bir cendere sanki şişmiş ayaklarıma. Ellerim için yün eldivenlerimi arıyorum, Ankara’nın soğuk ayazına . Keşke diyorum sıcak olsa şu memleket. Düzenli ve insanı çıldırtmak için yapılmış Ankara sokaklarını bir tazı gibi koklamaya hazır burnum.
Çıkıyorum tanımadığım o tuhaf evden. Gözüme ilk takılan güneşin berraklığı ve taze hava oluyor. Ya duyu organlarım kendilerini tasfiye ettiler, ya da ben Ankara’da değil ekvatordayım. Bir deniz kokusu burnuma doluyor, sanki tuzlu yer fıstıkları yiyorum yosuna bulanmış. Hayal aleminde veya gerçekliğin ta kendisinde ilerliyorum giderek rahatlayan ayaklarımla.
Önce geceden birkaç sahne canlanıyor gözümde. İşten çıkınca inatla eve gitmek istemeyişim, Salih’in ısrarını çok çekici buluşum, Kızılay’dan aşağı doğru yürürken ve evden giderek ters yollara saparken yüreğimdeki rahatlama. Karşımda ayna varmışçasına görüyorum bıyık altından gülen yüzümü. Hep takıldığımız Han Bara girişim, etrafta dolanan üniversite öğrencilerine hey ben geldim kendinize çeki düzen verin der gibi bakışım. Çocukların olduğu masaya oturuşum, öyle eminim kendimden öyle güveniyorum kendime, tüm barı sallayabilirim bir bakışımla. Aslında böyle zamanlarda acizliğin dibine vurmuşum demektir. Ama bunu senden başka kimse bilemez. Göz göze geliyoruz tam çapraz masadaki kadınla. Önemli değil nasıl göründüğü, kılı bile sana benzemiyor. Önemli olan bu. Gülümsüyorum kadına ve parmağımı gösteriyorum mahcup bir şekilde. Evliliğimin esaretini çocukça sunuyorum O’na, omuzlarını silkiyor umursamazca, beni seninle kabul ediyor sevgilim. Masasına gidiyorum, ellerim ceplerimde. Elini uzatıyor tanışmak için, elimi cebimden çıkarırken bira bardağını deviriyorum bembeyaz elbisesinin üzerine. Çok şaşırıyor, çok üzülüyorum. Peçeteyle temizlemeye çalışıyoruz ama nafile. Koluna giriyorum, hadi gidip seni temizleyelim diyorum. Kafasını sallıyor. Ne tuhaf sesini bile hatırlamıyorum.
Birlikte bardan çıkışımız, evine gidişimiz çok silik. İhanet etmenin tutuk heyecanı ve sana dönecek olmanın garip huzuru ile nasılda seviştiğimi hatırlıyorum şu tanımadığım bedenle. Yâda en iyi o tanıyordu beni bu evrende, sadece puslu bir bar akşamında aynı bardağın üzerimize devrilmesini bekliyorduk yıllardır. Ve o beklerken bu sarı lekeyi beyaz elbisesinin üstünde, binlerce yara almıştı naif bedeninde.
Bense kısa kıytırık geçişlerde, sadece düşünmüştüm olabilecekleri. Olamayanlar arasında ince kıymıklar batarken orama burama, rüzgâr sadece benim için eserken benim tüm aymazlığımla, yeniden bir bedende var olabilmeyi istemiştim. Eskiden olduğu gibi tıpkı.
Ama hiçbir şey uymuyordu sıfatlara. Ankara değildi uyandığım rüya. Soğuk değildi eldivenimle gardımı aldığım hava, temiz değildi bedenimdeki hiçbir nokta. Geçmişten alınan sapkın yaralarla yıkanmıştı içim dışım.
Ve şimdi en yorgun olmam gereken zamanda, olmam gereken kollara doğru çıkmışken yola, yolumu kesiyor başka bir şehrin parıltılı rengi, güneşi, denizi, kuşları ve sevgilileri. Ve sanki her bir pislik elini ayağını çekmiş gibi buradan.
Nereye olduğunu bilmeden sürükleniyorum rahat kalabalık ile.
Yanlış şehir, yanlış ayaklar, yanlış hisler.
Eski bir fırının önünde koca harflerle Boyoz yazılmış. Tarifsiz bir rahatlama kaplıyor içimi, İzmir’deyim ben. Güzel şehrim, öğrenciliğim, ilk sarhoşluğum, gerçek varoluşum, büyüyüşüm. Çok mutlu oluyorum ama bir yandan da sersem gibi aklım. Ne işim var benim İzmir’de. Hiç bir anı yok buraya yapılmış bir yolculuğa dair. Neler yaptım ben gece?
Düşünmeye çalışıyorum, sana hiç benzemeyen kadının evine gidişimizi. Salon kadar büyük koltukta konuşur gibi yapışımızı, telefonumu hiç utanmadan kapatışımı, sana benzemeyen kadının kırmızı çarşaflarını, günaha davet eden kocaman kahverengi gözlerini, teninden önce aldığım zevki sonra çılgıncasına ondan kaçmak isteyişimi. Seviştikten sonra kadının evinin bir hayli tuhaf göründüğünü. Raflarında peluş oyuncaklar, duvarlarda çizgi film karakterlerinin resimleri ama siyaha boyanmış duvarlarda gezindiğini gözlerimin.
Ayılıyorum biraz, camdan bakıyorum. İşte o anı hatırlıyorum, Ankara’dayım hala. Evden gecenin bir yarısı çıkmak istiyorum, uyuyor kadın. Odasına geri dönüyorum. Nasıl seviştim ben başka bir bedenle? Açıyor aniden gözlerini,
– Nasıl diye soruyor çığlık atar gibi. Ve tırnaklarını kollarıma batırıyor.Tırnakları sanki pençe, öyle korkuyorum ki yok olmak istiyorum tüm dünyadan.
– Anlayamadım diyorum, sesim kısık. Biraz önce kainatın sahibi gibi davranan başkasıymış sanki. Çocuk oluyorum aniden, ellerimde gecenin tırnak izleri. Kapatıyor gözlerini, esniyor doymuş bir kedi gibi,
– Hadi git diyor. Karın uyumadı hala.
Koşarcasına çıkıyorum evden, buradan sonrası silik.Özenle çekip almışlar beynimden.
Şimdiyse İzmir’in güzel sokaklarında geziniyorum işte. Oturuyorum bir banka. Birden aklıma geliyor bir telefona sahibim, evet arayabilirim herkesi. Ve tanıdığım seslerden öğrenebilirim neler olduğunu belki. Elimi cebime sokuyorum korka korka, ya yoksa orada. Ama orada, bir dakika önce yoktu sanki, nasıl hissetmedim ağırlığını?
Gerçi nasıl hissedeyim, her hücrem gülle gibi olmuş ezerken beni.
Açıyorum telefonu, tuşluyorum sana giden 11 rakamlı o gizemsiz şifreyi.
Çalıyor, çalıyor, çalıyor…
Açmıyorsun.
Çaba göstermenin getirdiği hafif bir rahatlama ile acıktığımı hissediyorum. Ne yiyeceğimi bilmeden bakınıyorum etrafıma, yağmurunu bile özlediğim bu şehirde ne yesem? Uzakta mavi kepenkli bir çorbacı yanında bir kır pidecisi. İki seçenekte uyuyor o anda ve hatta ikisinden de yiyebilirim iştahla.
Biraz rahatlamış olmanın verdiği hafiflikle, ayaklarım bile inmişti. Bir ses bağırdı işte o anda, yönsüz sanki içimden gelen…
-Hey, arkandayım. Arkamı döndüm, sadece bomboş yol.
– Hey, buradayım. Senin sesin. Orası neresi?
Sıkıntı basıyor içimi, durduramıyorum bu bilinmezliğe olan korkumu.
– Hey bak bana. Ve bakıyorum sana, sadece bir ışık.
Bir yandan kordondaki saat kulesi durmadan çalıyor,
– Görüyorum seni.
– Nerdesin bir tanem, ben neden göremiyorum seni?
– Her yerdeyim, en çok kirlenmiş bedenindeydim.
– Canım neler diyorsun?
– Görüyorum seni.
Ve uyanıyorum ılık bir düş perdesinde, Ankara ‘nın karasal iklimine. Durmadan çalan alarm beynimi delmiş. Rüyalarım gerçekle karışmış, gece yattığım yataktayım hala. Duvarları beyaz bir evde yanımda hiç tanımadım bedenle açıyorum gözlerimi gerçekliğe. Doğruluyorum yatakta, gözkapaklarım açılırken daha pişmanlıktan ölüyorum. Zihnim sırayla yalanlar uyduruyor, barda masada sızmışım yorgunluktan Salih beni zor taşımış evine. Şarjım bitmiş gece inan ki öyle uyumuşum. Bahaneleri yaratıcılık sıralamasına göre aklıma kazırken şifonyerde duran bir resim dikkatimi çekiyor. Çıkıyorum yataktan resmi alıyorum elime. Yanımda yatan kadın, sana sarılmış. Belki beş sene öncesinde gençsiniz, kocaman gülümsemişsiniz fotoğraf makinesine. Geri dönülemez bir biçimde sensizliğe saplanacağımı o an anlıyorum. Hiç bir şeyin gizli kalmayacağını, sana benzemeyen kadının eski bir arkadaşın olduğunu…
Yavaş yavaş çıkıyorum o evden, bedenimde bir hiçlikle.
İhanetin içinde ,tam yok oluşumun ortasında.
Dünyanın en kararsız elementiyim, senden yoksunlukta.
Nereye çekersen beni, kalırım orada…
Bir cevap yazın