Adam, dünyaya büyük şeyler yapmak için doğduğunu düşünmeye, dünyaya büyük şeyler yapmak için doğduğunu düşünen bütün insanlar gibi, dünyanın onun için küçük şeyler yapmasından boğularak başlamıştı. Kadın ise, küçük şeyleri büyütmek için doğmuştu ve bundan fazlasında gözü yoktu.
Kadın küçük bir kadındı; çok güzeldi, çok zekiydi, gecenin en karanlık saatini bile kolayca parıldatabilecek ufak bir yıldız gibi. Adam ise uzun boyluydu, yüzünde kocaman duran gözleri, dev gibi elleri ve geniş bir göğsü vardı, sanki dünyaya sığmak istercesine hep düşüktü omuzları.
Besbelli başka bir yere, belki de hiçe aitti adam, kadın onun gözlerine her baktığında bunu orada rahatça görebilirdi; onun gözlerinde yolların, öte günlerin ve ufkun ötesinin sesini dinleyen bir adamın dingin yalnızlığı vardı, bakışlarına henüz yaşanmamış zamanların tortusu bulaşmıştı.
Kadın onun çocukluk arkadaşı, sırdaşı, dostu, sevgilisi olmuştu, ama yoldaşı olamayacağının her zaman farkındaydı. Adamın yanlışları için fazla kesindi doğruları.
Onlarınki, sonsuza kadar süreceğine yeminler edilen, birbirinin her anını gören, her şeyin konuşulabildiği arkadaşlıklardan değildi. Yedi yaşından beri birliktelerdi, ama hiçbir zaman birbirlerini gerçekten tanıdıklarını iddia etmemişlerdi. Onlarınki, en başından beri ayrı bir birliktelikti; hiç aynı şeyler için dua etmemişlerdi.
Kendini bildi bileli şarkıcı olmak istiyordu kadın. Daha küçük bir kızken bile gizlice annesinin kıyafetlerini giyer, küpelerini, kolyelerini takar, aynanın karşısında sanki orada kocaman bir kalabalık varmışçasına durur, kimse duymasın diye fısıltıyla şarkı söylerdi. İlkokulda, öğretmenlerinin kurduğu bütün koroların başında o vardı, ortaokulda ise içinde şakıyan sesleri arkasında bir koro olmadan haykırmaya başlamıştı. İnsanlar onu kendini bildi bileli güzel bulurdu ve o da sevilmekten, hayranlık uyandırmaktan hep bir parça hoşlanmıştı.
Adamın ise bir çocukluk hayali yoktu, özel bir yeteneği de, hem zaten insanlar pek sevmezdi onu. En göz önünde, en aydınlıkta olduğu, en güzel gülümsediği zamanlarda bile hep biraz silikti onlar için, yeni yetmeliğinde de gençliğinde de insanlar çok yanaşmazdı ona, aralarında şeffaf bir sis perdesi varmışçasına. Kadının neden hala onunla arkadaşlık ettiğine de şaşar kalırlardı, birlikte büyüdükleri kır kasabasında iki küçük çocukken başlayan ilişkilerinin hala böyle sağlam kalması doğrusu tuhaftı. Sayısız kere uyarmışlardı kadını, adamın pek tekin olmadığını, ona bu kadar güvenmemesini söyleyip durmuşlardı. Kadın bunu her duyduğunda gürültülü bir kahkaha atar, muzipçe göz kırparak kendisinin de pek tekin olmadığını hatırlatır, cilveli cilveli büzerdi dudaklarını.
Yalnız filmlerle çok ilgiliydi adam, daha lisenin çizik çizik, tahta sıralarındayken kameralara, senaryolara, film yıldızlarına fena merak salmıştı. Lisenin ikinci sınıfından beri de yanında küçük kamerası olmadan dolaşmazdı.
Kadın buna öyle alışmıştı ki, adamın ne zaman neyi kaydettiğine, nasıl fotoğraflar çektiğine dikkat etmez, zaten buna hiç aldırmazdı. Adama her pahasına güveniyordu çünkü. Ondan öyle emindi ki en utanılacak anlarını kayda almış olsa bile telaşlanmazdı.
Kadın filmleri hayata benzetirdi, adam ise hayatın Tanrı’nın çektiği bir film olduğunu söylerdi. İkisi de öyle pek dindar değillerdi, ama kadın nedense bu benzetmeye hiçbir zaman gülememişti.
Büyüdükçe, birbirlerini daha az görür oldular, ama aralarındaki bağ hiç eskimedi. Birinin omuzlarında şarkıları, diğerininkinde kamerası, kendi yörüngelerinde dönüp dururken birbirlerinden habersiz kalmadılar hiç. Kadın ne zaman önemli bir şey olsa, her küçük başarısında, üzüntüsünde, çıktığı her basamakta ve düştüğü her çukurlukta, hayatında geçici olmayan tek kişiye, adama giderdi. Ona söylemeyeceği şey yoktu, hiçbir şeyi de gizlemezdi. Her sevgilisinden, her konserinden, her şarkısından ve her düşünden adam haberliydi. Göreceksin bak, derdi kadın, tepeyi görene dek tırmanmaya devam edeceğim, yıldıramayacaklar beni, göreceksin.
Adam onun bunu gerçekten de yapacağından emindi, ama hafifçe gülümsemekle yetinirdi. O pek bir şey anlatmazdı kadına, zaten sık konuşmazdı da. Sadece, hep ayaz alan, damarları kıştan birinin günışığına ihtiyaç duyduğu gibi ihtiyacı vardı ona.
Kadın şarkılar söyledi, alkışlandı, sevişti ve hayatın en doruklarından en kötü çukurluklarına kadar her coğrafyasından başı dik, gülerek çıkmayı bildi. Adamsa elinde kamerası, sanki kendisi orada değilmiş gibi insanları izlemeye, dinlemeye, hissetmeye, an an kaydetmeye verdi kendini, kimsenin fark etmediği, çoktan etten kemikten arınmış bir hayalet gibi. Kadının çok parası oldu, adamsa ancak günü çıkaracak kadar kazanıyor, bazen sırf çektiği fotoğrafları kendisine saklamak istediği için elinde avucunda kalanları da kaybediyordu.
Kadının adı zaman geçtikçe daha çok bilinir oldu. Önce bir yerde yürürken parmakla göstermeye başladı insanlar onu, sonra peşinden koşup imza istemeye, sonra da sırf onunla aynı yerde olup peşinden koşabilmek için delice bir arzu duymaya. Kadının sesi radyolardan taştı; küçüklü büyüklü, her milletten, her cinsten insanların kulaklıklarında can buldu, konserlerde yeri göğü salladı, çok geçmeden insanlar sokaklarda onun şarkılarını bağırmaya, etrafa onun posterlerini asmaya başladılar. Kadın en küçük sözcükleri, en küçük hisleri kocaman dalgalara çevirdi, küçücük hayatını büyütüp bütün bir dünyanın üzerine serdi.
Kimi zaman gece kıyafetiyle ağlayarak geldi adama, kimi zaman kahkahalar atarak, kimi zamansa şarkılar haykırarak; kimi zaman dünyalar dolusu uzaktı, kimi zaman bir nefes kadar yakın, ama hayatında değişmeden kalan tek şey adama gelmekten asla vazgeçmemesiydi. Saçı kâh ateş kırmızı oldu, kâh parlak bir mor. Dövmeler yaptırdı, her şeyi giymeyi denedi ve açlıktan ölen çocuklardan paçalarından para akan milyonerlere kadar herkese şarkı söyledi. Ama her zaman, kadın ne kadar gidip geri dönerse dönsün, bekleyen oydu, yolların sesini ve dünyanın çağrısını duyan adam.
Kadın, onların ilişkilerinin sonsuza kadar sürmeyeceğini hep biliyordu. Bu yüzdendir ki, adamın evine girmeden önce hep bir an durur, pencerenin kenarındaki menekşe saksısına bakar, camdan içerisini uzun uzun süzerdi; menekşe hala böylesine mor, böylesine canlı, öyleyse adam hala evde olmalı.
Kadının bir konser dönüşü ona uğradığı bir gece, adam ona ilk kez filmlerinden bahsetti. Uzun zamandır beklediği bir yarışmayı anlattı, eğer kendini göstermeyi başarırsa buralardan gideceğini, bir daha dönmeyeceğini, Tanrı’nın kendisi olduğu filmler çekip onların uyandırdıkları tepkileri seyretmekten başka bir şey istemediğini söyledi. Şaşırdı kadın önce, adamın hiç böyle bir hırsı olduğunu sanmıyordu, ilkin garipsedi onun bu alışılmadık coşkusunu. Sonra bunları bir yana bırakıp yarışmaya nasıl bir şeyle katılmak istediğini sordu.
“Eskiden kasabadan geçen seyyar satıcıları hatırlıyor musun?” dedi adam, kadının gözlerinin içine bakarak. “Eğer sokakta oynuyorsak ne sattığını görürdük, pek umurumuzda olmasa da. Ama eğer evdeysek, her satıcının sesi bize aynı gelirdi. Ne diye bağırdığını fark etmezdik bile, hepsi aynı adammış gibiydi. Hatırlıyor musun? Ben de öyle bir şey satmalıyım ki insanlar için aynı olmamalı, dışarı çıkıp bakmalılar. Belki de seyyar satıcı satmalıyım?”
Kadın o gece adamın ne söylemek istediğini, aslında onu uyarmaya çalıştığını ve onu hazırladığını hiç anlamadı. Onun için sevinerek, ona güvendiğini yineleyerek ve filmi hakkında fikirler sunmayı sürdürerek bütün gece konuşup durdu, adam ise birkaç evet hayırdan başka bir şey için tekrar ağzını açmadı.
Üç hafta kadar sonra bir gece, kadın arabasını kente uzak, tenha bir sokakta aldığı bir evinin önüne park edip dışarı çıktığında, küçük bahçesindeki ıhlamur ağacının önünden geçerken, biri adını seslendi. Kadın irkilerek döndü, adam elinde kamerası, yüzünde tuhaf, sakin bir gülümsemeyle karşısındaydı. Kadın bir süre şaşkınlıkla, merakla öylece durup adamın yüzüne damlayan ay ışığına, gece melteminin darmadağınık ettiği koyu renk saçlarına ve yara izleriyle kaplı, büyük ellerine baktı, sonra derin bir nefes aldı.
“Gidiyorum.” Dedi adam, sesi hüzünlüydü, hüzünlü ve güzel, kadının onda en çok sevdiği şeylerden biri sesiydi.
“Film için mi?” diye sordu kadın boş boş, hayatında belki de ilk defa söyleyebilecek bir şey bulamıyordu, aklına gelen her şey saçma ve gereksizdi sanki. Bu gidişin sadece film için gitmek olmadığını biliyordu, adam daha önce hiç onun evine gelmemişti, hele de böyle bir gece vakti.
“Evet, tabii.” Adam o aynı tuhaf ifadeyle yanıtladı. Kadın ıhlamur kokusunu içine çekti, hafifçe yaslandı ağacın dallarına, hep dik duran başı yavaşça öne eğildi, hep gülümseyen dudakları her zamanki mükemmel şeklini kaybetti. Küçük bir kadındı o, küçük ve olabildiğince mükemmel, ama sırtını adamın dağı andıran varlığına dayamaya öyle alışmıştı ki, bu onun için öyle olağan, öyle yaşamak gibi bir şeydi ki, onun gideceği fikrini kabullenmek imkânsız gibiydi.
“Öp beni.” Dedi kadın, sesi titredi, aldırmadı. Ay ışığı yüzüne vurup bütün sarsıntısını gözler önüne serdi, umursamadı. Adam yaklaştı, kollarını ona dolayıp dudaklarını onunkilere dokundururken kadının gözlerinden düşen birkaç damla yaş dillerine ıslak bir tuz tadı bıraktı. “Sarıl bana, sıkıca.” Kadın emretti, adam itaat etti. Küçük bir yıldızı avuçlayan kocaman bir bulut gibi serin, yumuşak, nazik bir şekilde… “Seviş benimle.” Dedi kadın, ama adam bu kez ona uymak yerine geri çekildi, kadın o zaman ay ışığından daha güçlü bir ışığın, kameranın farkına vardı, her zaman olduğu gibi önemsemedi bunu.
“Özür dilerim. Çok özür dilerim.” Diye fısıldadı adam, sonra sessizce arkasını döndü, kamerayı kapattı, başka hiçbir şey söylemeden yürüyüp uzaklaştı. Kadın şafak söküp de gecenin sağladığı mahremiyet kaybolana dek ıhlamur ağacının altında, kendine sarılmış, dalgın dalgın gökyüzüne bakarak içindeki boşluğu dolduracak bir şeyler aradı.
Yarışmanın sonuçları, katılan filmlerle beraber, iki ay sonra yayımlandı. Ama yarışmanın kendisi, yarışmada birinci seçilen film kadar ses getiremedi. Film, iki insanın hayatı üzerineydi, ama ne hayatlar kurmacaydı, ne insanlar, ne de sahneler…
Film dünyayı sallar, rekorlar kırar, ödül üzerine ödül kazanırken kadına defalarca kez bu olayı dava edip etmeyeceğini sordular, kimseye cevap vermedi. Sorulan hiçbir şeyi yanıtlamadı ve hayatının en özel anları, gençliğinden bu yana bütün iniş çıkışları, bütün mahremiyeti tüm dünya tarafından tekrar tekrar izlenirken filme adını veren ıhlamur ağacına bakan penceresinin önünde oturup saatlerce, günlerce ağladı.
O küçük bir kadındı, kendine büyük şeyler inşa etmek için her bir küçük parçayı omuzlarında taşımıştı. Kendini bildi bileli şarkıcı olmak istiyordu, sesini bütün dünyaya duyurmak için bugüne kadar yapmadığı, denemediği şey kalmamıştı. Adam ise büyük şeyler yapmak, ölümsüz olmak için doğduğuna inanan, hayatı boyunca kendi yolunu bulmak için insanları ve yolları dolaşan, neredeyse dünyaya sığmayan bir adamdı ve küçük bir kadının gözyaşları onun adımlarına engel olamazdı.
Adamın penceresindeki menekşe kurudu, ıhlamur ağacı ise serpilip büyüdü.
Adam dünyanın en büyük yönetmenlerinin arasına adını yazdırırken, kadın gelen bütün davetleri reddetti ve bütün planlarını yarıda bıraktı. İnsanlar yine adamı görmüyorlardı, o yine bu kadar göz önünde olmasına rağmen sanki görünmez, sisli bir varlıktı, onların gördükleri onun filmleriydi ama zaten adam da bundan fazlasını istememişti.
Kadın, ıhlamur ağacının kök saldığı evin dışındaki, elinde bulunan her şeyi sattı, bir kimsesiz çocuklar yurdunda çalışmaya ve oradaki çocuklara şarkılar öğretmeye başladı. Hala bazen radyolarda onun şarkıları çalıyor, insanlar onu istiyor, konser teklifleri, davetler geliyordu, hiçbirini kabul etmedi. Film izlenmeyi, konuşulmayı sürdürdü, kadın ise unutulmayı. Sanki filmdeki kadın o değilmiş ya da o çoktan ölmüş gibi.
Kadın, ilk ve tek evliliğini yaptığında kırklı yaşlarının ortalarındaydı. Çocuk yurdunun müdürü olan eşi de onun gibi hiç evlenmemişti ve kadının şarkılarını hiçbir zaman çok sevememişti, bu yüzden herkesin tanıdığı mükemmel şarkıcının, hayatı sinema tarihine geçen, herkes tarafından bilinen o kusursuz, güzel, zeki insanın ardındaki küçük kadını görmekte diğerleri kadar zorlanmadı. Kadın hiç çocuğunun olacağını düşünmezdi, kendini bildi bileli özgürlüğüne düşkündü ve sorumluluk denen şeyle arası pek yoktu, üstelik o yaştan sonra çocuğu olabileceği aklına bile gelmemişti, ama oldu. Ve hiç de fena bir anne olmadığı çıktı ortaya, ne de olsa küçük şeyleri büyütmeyi severdi o, kendi elleriyle inşa etmeyi ve her şeye rağmen başını dik tutup gülümsemeyi severdi.
Annelik ona iyi geldi. İçli aşk şarkıları yerine ninniler söyledi ve eşi, şarkılarının aksine ninnilerini çok sevdi.
Adam ise her yerdeydi; bazen dünyanın en ünlü insanlarının arasında, bazen hiç bilmediği bir şehrin soğuk kaldırımlı yollarında, bazense kadınla çocukluklarının geçtiği o küçük kır kasabasının çakıl taşı kaplı patikalarında. Sanki dünyaya sığamıyormuşçasına, bir ıhlamur kokusu serabının ardından sarhoş, nereye gittiğini bilmeden yürüyormuşçasına.
Kadın öldüğünde yetmiş dört yaşındaydı, adamsa seksenlerinin başlarında.
Adam mezarına bir ıhlamur ağacı dikilmesini vasiyet ettiğinde altmışlarına yeni başlamıştı, kadının mezar yeriyse bahçesindeki ıhlamur ağacının altında hep hazırdı.
Kadın öldüğünde, isimsiz onlarca çelengin arasında bir buket mor menekşe vardı, adamın mezarına ise kimse çiçek yollamadı.
Mor menekşeler iki gün sonra solup kurumaya başladı, ıhlamur ağacı ise daha on yıllarca yaşadı.
Kadının şarkıları eskidi, adamın filmleri, ama hiçbiri tamamen unutulmadı.
Tanrılarının isimlerini ise, çok geçmeden hatırlayan kimse kalmadı.
Melisa Yılmaz
Bir cevap yazın