Arkalarında kırmızı bir leke, gecenin koynunda yürüyordu adamlar. Adamlar dediysem, komutan
Hasan, köyün muhtarı Nurettin, başı fırında ve ayağı dondurucudayken bile doğru sıcaklıkta olduğunu
düşünen isimsiz bir kadastro memuru ve bir kaç asker. Kıtaların hareketi gibi ağır ilerliyorlardı.
Postallarının altında feryat ediyordu kar. Sanki köyün evlerini ateşe vermişlerdi de, mehtaplı kar
giderek pembeleşiyordu bu yangından. Anlaşılan Moğollar, burayı da fark edip yağmalamaya
gelmişlerdi.
Oysa toprağa gömdüğü paslı silahları vardı uyuklayan dünyanın. Muhtar komutanla birlik olup
çıkarmıştı bu silahları mezarlarından.
Köpeklerle yata kalka ısırmayı öğrenmiş bir yalakaydı muhtar. Komutansa, kazı, en az çığlıkla en
fazla tüyü elde edecek şekilde yolmayı öğrenmiş biriydi.
Kırmızı kalemle bir çizgi çekti haritaya kadastro memuruna parmağıyla bir sınır gösterip. Kırmızı
lekeden bir nokta vardı artık haritanın üzerinde. Nokta, Elza’ların tarlalarının bittiği yerdi. Askerler
işte o kırmızı lekeyi oturtmuşlardı gecenin koynuna.
«Bundan böyle tüm malınız mülkünüz mücbir sebep nedeniyle istimlak edilmiştir,» diye kükremişti
komutan.
Etrafa emirler yağdıran komutanın sesini bastıran bir gümbürtü duyuluyordu. Elza’nın göğsünde çalan
davulun sesiydi duyulan.
Başvurduğu her kapı yüzüne kapanmıştı Elza’nın. Çok sulamaktan çürüyen çiçekler gibi umudu da
solmuştu.
Oysa çocukluğu geçmişti bu topraklarda. Babasıyla tarlaya giderken çiçeğe durmuş kirazlar altında
feryat ederdi bir ırmak dağlık yabanın içinden. Engin ufka gökkuşağı gibi uzanan hayaller kırılırdı
sularında. Taraçasında zakkumların, defnelerin gölgesi, sofra bezinde paskalya çöreği kırıntıları ve
çocuk gülüşleri olan bir evin, zirveleri bulutlara gömülü dağları ve denizi olan bir yerin hayalleriydi
bunlar.
Babası elde avuçta bir şey kalmayınca ailesine bakamamanın utancıyla kendini merteğe asmıştı.
Annesi de eşinin yokluğuna dayanamayarak kahırdan göçmüştü bu dünyadan. Babaannesiyle
yaşıyordu Elza. Anne ve babasının resmi, duvarda, onun yalnızlığı gibi tek duran küçük bir çiviye
asılmıştı.
Eşinin erkenci vefatından sonra, ölüm babaannesini sert bir vuruşla sakatlamış, ama işini bitirmemişti.
Zümrüt yeşili gözleri vardı Elza’nın. Bakışlarının ateşi, çok dokunaklı, çok tatlı, şefkatli ve bir o kadar
da acımasız bir zehir saçardı.
Bir adam vardı, adı Yusuf; oval yüzlü, kumral sakallı bir adam. Bu vahşi topraklarda şövalye nezaketi
ve cömertliğinin son örneğiydi.
Çok seviyordu Elza’yı. Elza’ya “Seni yanımdan ancak cenaze arabası alır”, derdi. Cesaretini toplayıp
ona açılmazdan önce, uykusuz geceler boyunca gözleri tavan sıvasının gelişigüzel oluşturduğu
desenlere takılır, planlar hazırlardı. O gece kararlıydı ama:
«Sabah kalk, duşunu al, dişleri fırçala, kes sakalları, pırıl pırıl ol. Üstü başı düzelt, illaki
boya ayakkabıları. Jilet gibi çık karşısına, ‘Bi konuşabilir miyiz’ de. Anlat meramını. Sanki boynunu
mu vurduracak! Bir gece daha heyulalar yaratma tavan sıvalarından. Ya herro ya merro anasını
satayım!»
Aşktı bu, zamanı belliydi; gelişinden, göçüșünden belliydi. Elza bu kararlılık karșısında ne diyeceğini
șașırmıș, boyun büküğü bir sevinçle öylece duruvermiști Yusuf’un karşısında.
Muhtar, gömleğinin yeninin içine sakladığı kartları oyuna süren düzenbaz bir adamdı. Afrikalılara kar
maskesi, körlere güneş gözlüğü, Eskimolara buzdolabı bile satardı. Sarp kayalıklara tırmanarak
ağaçların yeni sürgünlerini bir bir koparıp yiyen bir keçi gibi sakal bırakmıştı.
Gözü vardı Elza’da. Bir keresinde samanlıkta üstüne abanmış, bunu hisseden hayvanlar güm güm ahır
duvarlarına vurmuşlardı başlarını. Av yalnızlığı, yılan ısırığı bir ahvaldi olup biten.
Yusuf olayı öğrenir öğrenmez ellerini sımsıkı yumruk yapmış, o gün Elza’nın babaannesinin ağzından
çıkacak kelimeleri bekliyordu.
Yaşlı kadın, somurtkan ve acımasız gökyüzünden bir parça günışığı dilenir gibi bakmıștı Yusuf’un
yüzüne. Dili ağzında kuru bir dal gibi olmuş, sesi kısılmıştı. Tülbentinin çengelli iğnesine batırdığı
parmağı kanıyordu. Sonra hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Göz yaşları kaya olup düşmüştü Yusuf’un
bağrına.
Duyduklarından sonra, Yusuf’un beyninin derinlerinde bir yerde, buz kesti yer gök. Bir kayanın kum
tanelerine dönüşmesi gibi ufalanmıştı içi.
Kafasını yere eğdi. Sol gözüne fazla gelen damla ayakkabısının üzerine düştü. Tek damlalık da olsa
kendi yağmurunu yaratmıştı.
Ana, bacı, sülalesinin karekökü referansları eşliğinde küfrediyordu içinden. Ne beddua ne küfür hiçbiri
işe yaramıyordu ama. Tanrı’nın unuttuğu bu diyarlarda, anlaşılan, ayrık otu iyi ottan çok daha hızlı
büyüyordu.
Cehaletin vahşi toprakları için aşk fazla bir şeydi üstelik. Yusuf ve Elza için de fazla güzel bir şeydi.
Çünkü ne uçmak geliyordu ellerinden ne de kalmak. Memleketti işte; toprağı çekip suyu çağırıyordu
insanı.
Hep böyle olurdu zaten. Uçmayan kuşlar çöpte çamurda eşelenirlerdi talan yerinde.
Şubatın başı olmuştu. Kara mavi karlar sarkıyordu dallardan. O gün, çıt yok, tıs yok karanlığın içinde,
nasıl da seçebilmişti muhtarı. Gözleri bir puhuya, duyargaları bir yarasaya öykünmüştü adeta.
Beklediği ân, öyle bir gizlemişti ki kefareti içinde.
Derken bir inilti duyuldu. Kurşunun biri muhtarın sol dizine isabet etti. Altında bir yay varmış gibi tek
bacak üstünde zıplıyordu muhtar. Üç adım daha yaklaştı muhtara doğru. Onu bir insan gibi değil de
ağzından salyalar akan bir hayvan gibi algıladı. Bir kurşun daha sıkmadan önce, “Civcivleri,
yumurtadan çıkmadan saymayacaksın muhtar efendi”, dedi.
Muhtar, yediği zehirden dolayı yalpalayarak yürüyen bir fare gibi, geriye doğru bir adım attı ve
ardından karanlığın içine içine devrildi.
Günler ve aylar geçti, mevsimler değişiyordu sessiz sedasız. Issız bir vadide akmayı öğrenmiş bir
nehirdi zaman, kaskatı dünyanın, yalçın uçurumların arasından, ılgımlardan geçerek ayrılığa ve ölüme
doğru akıyordu ve annesinin dediği gibi “Kıyılar onu zorlamasaydı asla denize ulaşamazdı o nehir.”
Ansızın uyandı Yusuf. Kulak kabarttı. Pek sessizdi her taraf. Elini yanı başında gezdirince yatağın boş
olduğunu anladı. Sessizliği böylesine büyüten buydu demek.
Saklandığı kulübenin döşemesinden kalkan soğuğun ayaklarından nasıl yavaş yavaş
yukarılara tırmanıp göğsüne yerleştiğini hissetti. Mevsim ayırt etmeyen bir üşümeydi bu.
«Arada bir birkaç mermi yakacaksın. Sonra donar bu meret. Arada bir tetiğe basarsan pek sessizlik de
olmaz öyle», diye söylendi. Kendi söylediklerini yankılar gibi, bir güvensizlik ve korku hissetti
sesinde. Karanlığa sıkmak da bir işe yaramadı, çünkü boydan boya kirlenmişti tüm sesler.
Yağmur sonraları rüzgârda tangırdayan oluğun çıkardığı sesi özlemişti. Onu toparlasa toparlasa
yağmur toparlardı.
Eften püften şeylerle öldürüyordu zamanı. Aslında zamandı onu öldüren. Zamanın keskin kılıcı nafile
beklemelerde gövdesini adeta ikiye bölmüștü. Boyuna kuduruyordu geceler, güzel güzel, paşa paşa
cinnet geçiriyordu işte.
Üzerinde su lekeleri olan aynanın karşısına geçti. Yüzündeki kırışıklıklara, sonra gözlerinin içine baktı
uzun uzun. Yanmaktan kor olmuş bir ahşap parçası gibi yanıyordu gözleri. Elza’nın yokluğu, kırık bir
dağ kalbi olup bakıșlarına oturmuştu.
Derken bir dal kırılması duyuldu. Öteden, karların içinden, hâki parkaları içinde adamlar, iri adımlarla
üzerine doğru geliyorlardı. Gövdeleri kasılmalarla kıvranan, postalarının sesleri havayı tırmalayan,
askerlerdi bunlar.
Ansızın tüm şaraplardan daha kırmızıydı kan. O an ne saati kestirebildi ne günü ne de hangi şehirde
olduğunu. Yüzü aspirin tableti kadar bembeyaz olmuştu.
Bu şekilsiz gövdede nasılsa kalmış birkaç damla suyu güneş emmeden önce, aşka inanan bir adamın
ışıl ışıl yüzüyle bakıyordu göğe. İnce bir sulusepken başlamıştı. Elinde damlalar biriktirdi, avuç içi
gölünde yusufçuklar dolaşsın diye.
Ardından, burası ve zamanın öte yakası arasında bir köprü oluştururcasına, bir gökkuşağı belirdi
ansızın. Doğduğu topraklarda gökkuşağına yağmurun gelini diyorlardı. Yeryüzünde her gün bir cenaze
hazırlığı süre dursun, gökyüzü orada bir düğün yeri gibi kabul ediliyordu.
Sonra bir filmi bir düşe doğru hızla sardı zaman. Kendi içine konuşurken geçmişe gidiyordu. Cüzzam
yüzünden şekli bozulmuş bir yüz gibi dikişler ve yara izleriyle kaplıydı mazi.
Kendini Elza’ların avlusunun kapısı önünde buldu. Kapı çürüyüp çatlamıştı. Tokmağın demirini
kaldırdı, tokmağın atında demir yoktu. Sadece aşınmış bir delik vardı. O delikten kaynayan
karıncaların, dünyanın yükünü severmișçesine evden ufacık parçalar kopararak karanlık, gizemli
yuvalarına tașımalarını izledi.
Bir daha vurunca, tozu toprağı ve tahta parçaları yere döküldü kapının. Bir tekme savurmaz mıydı o
kapıya, kapının yerinde kocaman bir boşluk sallanmasaydı eğer.
Elza yaklaştı arkasından apansız. Boynu tırnak izleriyle, giysileri çamur ve pıhtılaşmış kanla kaplıydı.
Konuşmadı, sadece “Yolu biliyorsun,” dedi. Oysa o, önemli bir kavșağındaydı hayatın ve etrafta hiçbir
yön tabelası görünmüyordu.
Adeta bir rüyanın uçurumuna batmıştı her şey. Bu saatten sonra bir baht dönümü mümkün değildi
artık.
Yusuf, sevdiklerini kaybettikten sonra kendisine bağışlanan her nefesi, bir borç bilip öyle yaşamıștı.
Oysa annesi, hayatın eşsiz bir hediye olduğunu söylerdi.
Bir cevap yazın