“O’na sadece bunun kötü bir fikir olduğunu söyledim.” dedi.
Bataklığın ilk tohumlandığı yerlerde kaskatı kesilmiş ölü bir böcek cenini gibi yatıyordum. Yüzünü yüzüme bastırdı Şeytan. Gözleri gözlerimde öylece soluklandı. Perdeden sızan sokak lambasının ışığı, gözlerinden taşan elmas damlalarına çarpıyordu. Her nefesine parçalayarak sığdırdığı kelimeleri yaralıyordu onu. Gözyaşları pıtır pıtır akarken ağzı salyalanıyordu. Sonra tekrar etti: “O’na sadece bunun kötü bir fikir olduğunu söyledim. Biliyor musun? Bunu ilk söyleyen ben bile değildim.
Hepimiz, yaratılmış tüm şeyler Tanrı’yı yaratırken izliyorduk bir gün, yine.
Tanrı çok güzel bir resim yapıyordu bir gün, yine.
Öyle güzeldi ki, kendi kendini doğuran, yaratımına ritimlerle devam eden bir evren yaratıyordu. Herkes hayret ve hayranlık ile Tanrı’yı izliyordu. Ben en öndeydim. Her zamanki gibi onu en yakından gözlüyordum. Sonra o güzel tablonun tam ortasına gördüğüm en çirkin şeyi çizdi. Daha önce Tanrı’nın böylesine uyumsuz, estetikten yoksun bir şey yarattığını görmemiştim. Şaşkınlık dilimi düğümledi. Arkadan meleklerin ve ötekilerin kendi aralarında fısıldaştığını duyuyordum. Hiç kimse bu yaratığın neden var olduğuna anlam veremiyordu ve elbette Tanrı’nın böyle bir şeyi neden yarattığına. Herkes vecd halinden çıkmıştı. Arkadan bir kaçının Tanrı’ya şöyle dediğini duydum: “Neden böyle bir şey yarattın? Bütün tablo mahvoldu.” Duyanlar başlarını onaylar biçimde salladılar, sesleri “evet evet” diye yükseldi. Ben hala sessizlik ve şaşkınlıkla Tanrı’ya bakıyordum. O an Tanrı’nın ne dediğini tam olarak hatırlamıyorum. İzleyicilerin sanattan anlamadığını, yarattığı şeyin güzelliğini en iyi kendisinin bilebileceğini, eğer onu bir sanatçı olarak kabul edebildilerse tüm eserlerinin sanat olarak kabul edilmesi gerektiğini, sanatın açıklamaya ihtiyaç duymadığını ve bu konu hakkında daha fazla konuşmayacağını söyleyerek sözlerini bitirdi. Ama şunu söylediğini çok net hatırlıyorum: ” Sanat” dedi, “sanat, her zaman göze ve gönle hoş gelen şey değildir, yine de her zaman bir anlam taşır.”
Bu da neyin nesi diye düşündüm içimden. Neyin nasıl ve ne kadar olacağına kendisi karar veriyor. Sanatın her zaman güzel duygular barındırmayacağını söylüyor ve o yarattığı İNSAN dediği çirkin seye saygı duymamızı bekliyor. Neden çirkinliğe saygı duyalım? Yarattığı tüm güzellikler… hayran olunacak milyonlarca şey varken neden gözlerimi o çirkin yaratığa çevirip beni yaratanı o çirkin seyin gözlerinde, acımasız kalbinde göreyim? Neden varoluşumun anlamını elma ağaçları ya da yıldızlarda bulmayayım? Tanrı’yı gece ve gündüzde rüzgarın sesinde ve dokunuşunda cennetteki ırmaklarda görmek varken, İnsan’a neden bakayım? Baktıkça içimi ürperti ve tiksintiyle dolduran bu yaratıkta nasıl olur da her gün sonsuzluk kadar adını sayıkladığım Tanrı’mı görebilirim?
Rezaletti. Daha önce yaratılmış hiçbir şey böyle rezil bir şey görmemişti. Tanrı gayet sakin bir şekilde yaratmaya devam ederken, “siz sanattan düşündüğünüz kadar anlamıyorsunuz…” gibi saçmalıklar söyledi. Kısa bir süreden sonra salondaki herkes sanattan anlamadığına ve sanatçının en iyisini bildiğine ikna olup susmuştu. Benim dışımda. İçimdeki şüpheyi sadece ben bırakmamıştım. Tanrı yarattığı ucubeyi övmeye devam ederken kızgınlaşmıştım. Ve o ucube… ah görmeliydin, her şeyi gözlerimizin önünde yok ediyordu.
Yüreğim kederle dolmuştu. Bütün saygım ve aşkımla yerimden kalktım ona sol tarafından yaklaştım ve fısıldadım: “Bu kötü bir fikir.”
Sakin gözlerle bana baktı. Ama o bakış, bilirsin “senin bilmediğin şeyleri biliyorum, böyle söyleyeceğini bile biliyordum” bakışı.
“Beni anlamayacağını biliyordum.” Dedi. “Yarattığım şeye saygı duy.” Diye devam etti. ” hayır dedim. Bu çirkinlikte saygı duyulacak bir şey yok. Ona baktığımda seni bile göremiyorum”
“Tamam dedi. Eğer beni onun gözlerinde göremiyorsan ve ona bakmaktan hoşlanmadıysan kendini buna maruz bırakma. Gidebilirsin, istediğin yere gidebilirsin.”
“Gideceğim dedim ve sana bunun kötü bir fikir oldugunu göstereceğim.”
“O zaman git dedi yeniden . Beni anlamıyorsan git! Şüphe duyuyorsan git! İnanmıyorsan git! Kendini çirkin bulduğun bu şeyle haşır neşir bırakma.” Devam etti sonra “Göster” dedi. “Göster! Hatta insanın kalbinin en bereketli, en sıcak toprağına senin için bir yuva çizdim. Benim kadar yakın olacaksın insana. Bana fısıldadığın yerden fısılda onlara ve göster bana. Zamanın sonuna kadar vaktin var, zaman ölene kadar vaktin var. ”
Ben sadece orayı terk ettim, o ise beni terk etti. Onu bulamayayım diye izini kaybettirdi ama kalbimdeki aşkını silmedi. Her gün acı cekeyim ve pişman olayım diye, onu en çok tiksindiğim yaratığın gözlerinde ve yüreğinde bulayım diye, kalbimdeki aşkı silmedi. İnsanların dünyasından başka gidecek yerim yoktu. Ben varoluşunun nedenini mücevhere dönüştürmüş ilk yaratılanım. Benim mücevherimin kaderine gece vaktinin hiç sönmediği leş kokulu bataklıklarda kaybolmak yazıldı.
Yüzünü yüzüme daha çok bastırarak devam etti ilkkovulan, ilk terkedilen, Şeytan: “onu en son dün görmüş gibiyim ya da yarın görecekmişim gibi. O ne geçmişte ne gelecekte oysa, benim asla ulaşamayacağım bir yerde; o anda. Bense bir anın, tek bir anın sonsuzluğunda onun yokluğuylayım. Ben her şeye sahip bir lanetliyim. Her şeye sahip ama onsuz bir lanetli. Yolunu kaybetmişliğin, bilerek kaybettirilmişliğin kederiyle, özlemiyle, pişmanlığıyla yaşıyorum. Bazen düşünüyorum da ne olacaktı sanki onaylasaydım? Saygı duysaydım insan’a? Değer miydi insan için? Yaratılmış en tuhaf (çirkin demek istedi) varlık için, onsuzluğa?
Bütün evrenin gözü önünde, bütün iyiliklerin ve günahların şahidi zamana saplanacak o hançeri görmeyi bekliyorum şimdi. Kıyamet günü benim esaretten kurtuluş günüm. Cehenneme gideceğim evet ama orası bile bana daha fazla Tanrı’yı hatırlatıyor; fakat dünya… burada sadece daha çok kayboluyorum.
Biliyor musun? Ona sadece, ve sadece bunun kötü bir fikir olduğunu söyledim. Bütün hikâye bundan ibaret.”
melike bulut
Bir cevap yazın