“ Tazeleyim mi abla çayını “ diyen tanımadığım bir sesle irkildim. Öylece baktım bu sesin sahibine. O cümlesini tekrarladı. “Tazeleyim mi abla çayını diye.” Ha evet olabilir dedim verdi bir bardak taze çayını. Buraya ne zaman geldim nasıl geldim kaç saattir burada oturuyorum bilmiyorum, daha doğrusu farkında değilim. Kendi derdimi unutup şöyle etrafa bir göz ucuyla baktım. Aslında sabahın bu erken saatinde pek kalabalık değildi bu oturduğum çay bahçesi. Birkaç masa dışında dolu olan hiç masa yoktu. Masanın birinde koyu takım elbiseli bir adam gazetesini çayını yudumlayarak okuyordu. Önünde bir de poğaça vardı. Az ötesinde ki masada iki genç kız hem simit yiyor hem de hararetli bir şekilde bir şey tartışıyordu. Ders kitaplarını ise üst üste koymuşlar masanın bir ucunda duruyordu. Garson çocuklarda menemen yiyordu birisi de etrafta sürekli masaları kontrol ediyordu. Birisi bir şey istediğinde tam vaktinde yetişebilmenin telaşı vardı bu genç delikanlın yüzünde. Böyle etrafı kendimce gözlemledikten sonra son yudumu kalan çayımı da içtim ve o genç delikanlıyı yanıma çağırdım çok aç olduğumu söyledim, bana güzel bir kahvaltı masası donatabilir misin diye sordum? Evet, abla birazdan hazırlarım, gözleme de ister misiniz? Dedi. Evet, patatesli olsun lütfen, dedim. Genç delikanlı yine bir telaşla mutfağa doğru yöneldi.
Ben çantamda sürekli taşıdığım not defterimi çıkarıp bakmaya başladım. Unuttuklarımı hatırlamak istedim. Bir zamanlar buraya sürekli geldiğim arkadaşlarımı hatırladım. Hepsini anmak istedim. Burada bu İstanbul’un en sevdiğim çay bahçesinde eski günlerim de olduğu gibi yeniden yaşamak istedim tüm unuttuğum bu duyguları. Evet etrafımda kimse yoktu ama ben yine de yalnız da olsam tek başıma yaşamak istedim en güzel duygularımı. Yaşanmış bütün telaşların, hüzünlerin ve sevinçlerin uğrak bir noktası olan bu çay bahçesinde belki de az önce doktorun söylediklerini ancak sindirebileceğim tek yer burası olmalıydı. Zaten buraya nasıl geldiğimi bile bilmiyorum. Neden buraya geldiğimi de neden çalan telefona bakmadığımı da… Biraz yalnız kalmak istiyorum aslında. İş yerinde ki stres, evde ki stres, işe yetişme telaşı, otobüsü kaçırmama endişesi, arkadaşlarımın mutsuz evlilikleri ve dünyanın sorunları derken ben tükenmişim işte farkında olmadan. Her yere yetişmeye çalışırken kendime yetişememişim. Her yerde olmaya çalışırken aslında hiçbir yerdeymişim.
Kalbim kırılmasın bir daha onaramam derken kendimi dünya telaşına kapatmıştım. Ama şimdi ruhumun yarasından bedenim de hırpalanmıştı ve su koyuyordu artık. Ve anladım ki” insan ruhunun yarası dikiş tutmaz.” Sahi doktor ne demişti az önce göğüs kanserisiniz ve tedavi edilemeyecek kadar ilerlemiş bunca zaman nasıl fark etmediniz göğsünüzde ki şişliği dedi kızarak.
Fark etmemiştim. Belki de fark ettim de aldırmadım bilmiyorum. İşte şimdi çok ilerlemiş bir hastalığın pençesine düşmüştüm. Yalnızdım. Evet, arkadaşlarım vardı ailem vardı bir işim vardı ama mutlu değildim, yani bu öyle bilinen bir mutluluk gibi değildi mutluluğum yalnızlığımın gölgesinde kalıyordu. Ve cep telefonumu çıkararak, fotoğraflarımıza baktım tek tek. Bu hastalığı duyduğum andan itibaren bu fotoğraf karesinde sanki sadece benim yüzüm siliniyordu. Aynada görünmeyen bir yüze dönüşüyordum. Aklıma bir fikir geldi sonra tüm arkadaşlarımı o anda arayıp onlara acil söylemem gereken bir şey var diyerek buluşmayı önerdim. Hepsi hazırdı ve hiçbiri ikiletmeden akşam söylediğim yerde olacaklarını söylediler. Bende buradan kalkacak, eve gidip en güzel kıyafetlerimi giyinecek, kuaföre gidecek saçlarımın modelini belki de rengini değiştirecektim. Ve sonra onlara beni güzel hatırlamaları için son bir defa gülen fotoğraflar çektirecektim gülecek oynayacak ve son anda onlara kanser hastası olduğumu söyleyecektim. Yok yok hiç mi söylemesem acaba? Şimdi onlarda bana gereksiz umutlar verecek, pes etmemem ile öğütler verecek belki de en iyi doktor en iyi hastane araştırması yapacaklardı. Ama değil işte. Kimseyi üzmeye hakkım yoktu. Söylememek en doğrusu hepsine birer mektup mu yazsam daha akıllıca sanırım bu. Bilmiyorum. Nasıl yapmalı?
Aslında bu hayatı sevmiştim diye düşünürken garson çocuk o muhteşem serpme kahvaltısını hazırlayıp getirdi. Sanki ömrümde hiç böyle güzel kahvaltı etmemişim gibi ekmeğe dokunarak koklayarak yedim. Bugün bu taze ekmek kokusu daha güzel kokuyordu. Deniz daha maviydi. Ağaçlar daha yeşil yeşildi, erikleri yeni yeni açıyordu. Bir de kalkıp gidip ağaçta ki eriklerden kopardım, onları da kokladım. Önüme gelen her şeyi kokluyordum, daha farklı gözlerle bakıyordum. Belki yaşamak için bir umudum vardır hala diyerek, hesabımı ödedim. Ve çay bahçesinden uzaklaştım. Bir umuttu yaşam ama ben bir kez daha söyle baktım etrafıma gülümseyerek… Aklıma şairin dizeleri geldi.
“Baka kalırım giden geminin ardından
Atamam kendimi denize,
Serde erkeklik var, ağlayamam”
Bahadın Ağustos 2014
Bir cevap yazın