Gençliğimin en sarsıcı kitabıydı. Dün, bugün, belki de yarın bile devam edecek olan kan davası olgusu işleniyordu. İşlenirken sadece bu insanlık dışı törenin, cinayetlerin hasımlarını değil, buna alet olmak zorunda kalan ve çevresinde bundan etkilenen insanların hayat hikâyeleri de ele alınıyordu. Uzun zaman etkisi kaybolmayan bu kitabın tesiri hala sarsıcı bir şekilde hafızamda.1974 yılında kaleme alınan kitap bugün bile güncelliğini koruyor.
Yalnız Türkiye değil Ortadoğu’nun adına, bu ülkelerin halkları için yüz kızartıcı, utanılması gereken bir durum gibi gözüken bu yakıcı hikâye, hep tanıdık ve yalnız bizde yaşanıyor gibi geliyor. Sonra ki yıllarda Erich Froum’un ‘İnsan yıkıcılığının kökenleri’ kitabını okuduğumda beni Paris Komününde barikatlara, Çanakkale’de Conkbayırı’na, Faşizmin korkunç kuşatmasında Stalingrad’a, İspanya iç Savaşında Kordoba sokakların götürdü. Ve tabi ki çırılçıplak vahşetin kol gezdiği betimlemeleri ile ünlü Demirciler Çarşısı Cinayeti kitabının sayfalarını hatırladım. Aslında yıkıcılığın dili, dini etnik yapısı ve coğrafyası yoktu. Elbette geri bırakılmış, sömürülen, kaynakları yağmalanan bir halkın din, büyü ve cehaletle örülü ruh hali nedeniyle toplumunun da bu kadar kolay kan akıtması olağanlaşıyordu.Aksi durumda hepimizin çıldırmış olması gerekirdi ki aslında bu da doğruydu. Çıldırmıştık topluca, cinnet halindeydik. Dünkü çıldırmışlığın üstünde bir çıldırmışlık yaşıyorduk.
Dünya kaynaklarının ilk kanlı eylemin bir kadın için olduğu söylenerek üzeri örtülmüştü. Oysa gerçek dünyanın uçsuz bucaksız sınırsız topraklarını sadece kendisine isteyen bir hırsın çit çevirmesiyle başlamıştı. Habil ve Kabil’den bahsediyorum. Hikâyemiz koyunları uçsuz bucaksız herkese yetecek kadar büyük topraklarda otlatan Habil’in kendine özel bahçe yapıp çitle çeviren kardeşi Kabil’le karşı karşıya gelişleriyle başlıyordu. Sonuç acıydı. Sopa ile ezilmiş bir baş, kana doyan toprak, kardeş kanı eline bulaşan Kabil. Dünyanın bilinen en eski vahşetini insanlığa hediye ettiler.
Bugün Ortadoğu’nun sokaklarını kana boyayan vahşet ne ilk ne de son. Dünya kaynaklarının eşitsiz bölüşülmesi, rahat yataklarında kaynakların başına oturmuş Kabililerin konforu için, insan yıkıcılığının kökenlerini iyi bilenler yeni bir oyun oynuyor. Bu sıkıntı, bu öfke keşke ezenlere yönelse ama aynı kaderin içinde çırpınmışların boynuna iniyor.
İşte hafızamın en dibine bastırdığım anılar… Yaşar Kemal’in Demirciler Çarşısı Cinayeti romanındaki kahramanın öç alma duygusuyla peşine düştüğü düşmanına reva gördüğü son, her seferinde daha gaddarca hayallerimizin sınırını zorlayacak şekilde yenilemesi, bir insan bir insandan kaç kere öç alır dedirtecek şekil de yeniden canlanıyordu. Kitabın konusu ve işlenişi bakımından yöneltilen en büyük eleştiri tasvirin fazla olmasından kaynaklı okuyucuyu sıkıyor gibi gözükse de aslında kitabın sıradan bir kan davası hikâyesinden çıkaran özelliği tam da bu.
Hayal gücünü kullanırken bir sinema filmi yönetmenin gözünden bakmak ya da olayı bizzat yaşıyor izlenimine kapılmak insan ruhunda çırılçıplak bir gerçekliğin sarsıcılığıyla karşı karşıya gelmek gibi bir şey. Okuyucu olarak özgürlüğüne düşkün bir okur olmama rağmen bu kitapta mekânların okuyucunun hayal gücüne bırakılması taraftarı olanları bu nedenle eleştiriyorum. Yaşar Kemal, yaşanan mekânları öyle bir anlatıyor ki sanki ordaymışsınız, olayları birebir yaşıyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz.
Kitaba kısaca girersek; Çukurova’nın Akçasazın bölgesinde Sarıoğulları ile Akyollu Türkmen aşiretlerinin ne zaman, nasıl başladığını kimsenin bilmediği, yıllar yılı sürüp giden kan davası yüzlerce insanın ölümüne, birçok yuvanın yıkılmasına neden olmuştur. Bu kan gütme davasını bitirmek isteyen ağalar bile töreye yenik düşmüş, canlarını teslim etmişlerdir. Akyollu Mürteza Bey, Sarıoğlularından Derviş Bey tarafından öldürtülünce tenis maçı gibi bir oraya bir buraya geçen kan sırası Akyollu aşiretine geçmiştir. Bunu yapacak olan ise Mustafa Bey’dir. Mustafa Bey’de aynı Derviş Bey gibi iyi eğitim almış, İstanbul yüzü görmüş biridir. Ama bu töre için hiçbir anlam teşkil etmez. Töre demek, insan demektir. Baskı demektir. Boyun eğmek, öldürmek demektir. Mustafa Bey, Derviş Bey’i öldürmek için adamlarıyla çeşit çeşit ölüm taktikleri belirlerken, Derviş Bey konağında ölüm korkusuyla dışarı çıkamamaktadır.
Aşiretler arasında bunlar yaşanırken Akçasazın toprakları gün geçtikçe değerlenmektedir. Bu toprakların büyük bir kısmına sahip olan ise Sarıoğulları ile Akyollu’lardır. Topraklara göz koyan zamanın kansızları, eşkıyaları, fakir fukara soyguncuları bugününün beyleri; askerlere, valilere bu iki aşiretin ülkeye zarar verdiklerini söyleyerek aşiretleri devre dışı bırakamaya, topraklarına konmaya çalışmaktadırlar.
Basit sıradan feodal bir iklimde yaşanan devlet bürokratları toprak ağaları mazlum köylü söylencesi haline gelebilecek bir romanı Yaşar Kemal kitabın ayrıntılı betimlemeleri sayesinde insan türünün yıkıcılığının öç alma ve bunu yaparken insanoğlunun hayal gücünün sınırsızlığının vahşetiyle birleştiğinde neler yapabileceğini gözler önüne serecek bir destana dönüştürmüş.
Kitabın betimlemelerinde hissettiğim bu vahşeti daha sonra aynı yoğunlukta bir filmde daha yaşadım. Kevin Costner’ın başrol oynadığı Kurtlarla Dans filminde… Kurtlarla Dans filminde yanki askeri olan Costner’ın Kızılderililere esir düşmesiyle başlayan ve bir insanın hayatta ikinci bir şansla kaderinin değişmesi ile yaşamında doğaya barışık bir ruh haliyle yaşadığı sahneler insana, insana dair umut var düşüncelere sevk ederken bir yandan da beyaz adamın vahşetiyle sarsılmasına neden oluyor.
Film de beni en çok etkileyen kadınlar, yaşlılar ve çocuklar için yaşlı bufaloları avlayan Kızılderili olmuştur. Kevin Costner’ın canlandırdığı karakterin kendilerinden önce açgözlülük ile onlarca bufaloyu katleden beyaz adamın vahşetine şahit olduğunda kendini ve geçmişini sorguladığı sahnede beninde tüm çıplaklığıyla gözümde şu canlandı: Habil’in doğaya barışık döneminin bitip açgözlü vahşi Kabilli döneme geçişimiz.
Bugün Ortadoğu sokaklarında batılı sözde demokratlar bizleri vahşi barbar görse de basit bir çıldırmanın eşiği, ruh hastalığı ile açıklanamayacak bu vahşet, insan türünün yıkıcılığının kökenlerini kapsayan çok derinlerde gizli bir durum.
Bir cevap yazın