Arkadaşım dizinden rahatsız… Nerede bir doktor duysa çare arıyor. Gittiği bir hastanede dizinden iğne yapmışlar. Ağrılarının artmasının sebebi o iğne arkadaşıma göre.
-O kortizyon iğnesini yaptırmayacaktım. Aptal kafam! Böyle olacağını nerden bilirdim gülüm? Diye söylenir dizini oğuştururken. Ne kadar jel varsa karıştırır, sürer dizine, üstünü de streç filmle sarar. Böyle yapınca biraz hafifliyormuş ağrıları. Sonunda Isparta’da bir doktor olduğunu söylemiş kardeşi. Üstelik de kardeşinin okul ve mahalle arkadaşıymış. Ortopedi uzmanı bir profesör. Birkaç dönem üniversite rektörlüğü de yapmış. Kardeşi randevusunu almış. Gecen hafta muayene için gelmişti. Doktor acil ameliyat olması gerektiğini söyleyip bir hafta sonrası için ameliyat günü vermiş. Ameliyata birlikte geldik. Gece 01.45’de Aydın otogardan bindik. Sabah 06.25’de Isparta otogara girdik. Yolculuk hali… Tuvalet ihtiyacı had safhada. Eşyalarımı arkadaşa bıraktım koşa koşa tuvalet arıyorum. Oh! Buldum…Diye sevinirken hayal kırıklığı. Gördüğüm manzara beni çok üzdü. Üçerli iki sıra tuvalet. Tek tek bakıyorum. O da ne? Klozet yok! Babaannemin tuvaletini getirip koca otogara kondurmuşlar sanki. Gerisin geri dışarı attım kendimi. Kalbim duracak. Kulübedeki görevliye:
– Afedersiniz, klozet yok mu? Ben alaturka tuvalet kullanamam, dedim.
Yan tarafta koca koca harflerle yazmışlar: ENGELLİLER TUVALETİ… Aslında gördüm o kapıyı ama engelli değilim diye genel tuvalete girdim ilk önce. Nerden bileyim orada klozet olmadığını? Onca yolculuk yaptım, onca dinlenme tesisinde, onca tuvalete girdim. Hiç birinde böyle bir durumla karşılaşmadım. Dört alaturka varsa dört tane de klozet olur.
Bülbülün çektiği dili belâsıymış. Söylemesem çatlarım. Kulübede oturan görevliye:
-Buradaki birkaç tuvalete klozet koymak o kadar zor mu? Dedim.
-Abla burası eski, yapmamışla. Aha şura engelli helası. Oraya girebilisin, dedi kendince yardımcı olmaya çalışarak.
-Anlıyorum, siz yardımcı olmaya çalışıyorsunuz, sorun değil, oraya da girerim. Benim anlamadığım altı tuvaletin altısına da babaannemin tuvalet taşından mı konur ya? Burası kocaman bir şehirlerarası otogar. Düşünün bir kez; dört-beş otobüs aynı anda girdi, yolcu bırakıp yeni yolcu alacak. Bu arada kısa bir ihtiyaç molası verdiler. Yedi sekiz yaşlı veya engelli bu tek tuvalette klozet sırası mı bekleyecek? O altı alaturka taşın ikisi kaldırılıp klozet konamaz mı?
Zavallı tuvalet görevlisi, sanırım ilk kez böyle değişik bir yolcuyla tanıştı. Böyle garip soruları kimse sormadı bence bu güne değin. Şâşkın bir sürat ifadesi, afallamış gözlerle bakıyor bana. Savunma yapıyor aklınca. Ne söylese bir cevabı var bende. Lâf yetiştiremiyor garibim. Öyle sıkıştı ki köşeye:
-Abla ben burda çalışanım. Ne yapabilirim ki? Hem bura özel. Belediyenin değil.
Öfkem daha da kabarıyor:
-Ay daha da iyi ya işte. Özelleştirilen kurumlar daha temiz, daha kontrollü. Burası Allah’a emanet. Yok mu denetleyen birileri? Sadece para almak için mi buradasınız. Nasıl da bakımsız taşların hepsi. Vicdanınız nasıl rahat ediyor? El insaf kardeşim ya! El insaf!
Nasıl öfkelendiysem artık kaptırdım saydırıyorum gariban görevliye. Adamcağız mahçup mahçup bana laf anlatmaya çalışıyor. Yüzündeki çaresizliği farkedince birden kendime geldim. Ne yapıyordum ben böyle? Bu adamın suçu neydi? Ha belki temizlik konusunda yetersizdi ama klozetin tek olmaması onun suçu olamazdı. İki dakikalık ihtiyaç için on dakika vaaz. Sanırım bu görevli ilk kez karşılaştığı bu durumu ömrünce unutmayacak. Ben de Isparta’ya otogarını…
Hastanedeyiz. Birkaç gün kalacağımız için sırt çantalarımız tıkış tepiş eşya…
Benim numaranın forsu geçti mi? İfadeye bakar mısınız? Çok hoşuma gitti. Yaratıcılık bu resmen. “Benim sıram geçti mi?” Ya da “Bu numaranın sırası geçti mi?” Demek de mümkünken. “Fors” sözcüğünü bulup kullanmak… Ben bu zekâ ürünü sözü düşünürken kayıt bölümünde sesler yükseliyor. Kalabalık… Herkes “önce ben” düşüncesiyle sıralı sırasız soruyor.
-Gızım, elime bu kâğıdı verdile. Nere gircem ben şinci?
-Abla göğüs ne tarafta? Anamı getir abi, asansöründen çıkcekmişiz.
-Amca kimliğinizi alayım.
-Kim olduğumu ne yapcan sen? Dokdur nerde? Onu sööle. Bişey bilmeyonuz yav. Gücücük gücücük çocukları oturtmuşla burlara…( Amca söylene söylene gidiyor. Hangi kapıya gittiyse “kayıt yaptır” demişler. Amca söylene söylene geliyor yine o “güççücük kız” ın yanına. Sağdan soldan nüfus cüzdanıyla bilgisayara kayıt yaptırması gerektiği söyleniyor. Korka korka çıkarıyor kafa kağıdını amca.)
-Gardaş bi dur hele acelem var benim.
-Bizim de acelemiz var. Sıranı bekle kardeşim…
–Nörolojye kayıt yaptırmak istiyorum.
-Hangi doktora muayene olmak istiyorsunuz hanımefendi?
-….. beyden randevu istiyorum.
Tam da kayıt bölümünün bitişiğindeki koltuklardayız. Ne renkli kişilikler… Ne farklı istekler… Görevli gençler için üzüldüm. Sabırlarına şaşmamak mümkün değil. Allah yardımcıları olsun. Herkesin sorusunu cevaplarken güleryüzlü olmaları da harika. Sabır ve kolaylık diledim hepsine. İyi ki varlar.
Sık sık bir anons duymak mümkün koridorlarda:
-32 HA …. plakalı araç sahibi, lütfen aracınızı bıraktığınız yerden kaldırınız.
-Ameliyatlı bir hasta için A grubu rh pozitif kana ihtiyaç vardır. Kan vermek isteyenlerin kan merkezine müracaatları rica olunur.
-Doktor Ahmet ….., acilen ameliyathaneden bekleniyorsunuz…
Koridor kalabalıklaşmaya başlayınca kendimizi bahçeye attık. Güneş yükselmiş, hava yumuşamış. Gevşiyor insan serinden sıcağa çıkınca. Arkadaşımla anlaşmış gibi birbirimize bakıp aynı anda bağrıştık:
-Ay biz nerden kalabalık ve havasız koridorda oturuyoruz? Şu güzelim güneş, bol oksijen dururken…
Boş bir masa, güneş de oldukça cömert. Koşuyoruz kendimizce, iki topal, masayı başkasına kaptırma korkusuyla… Zafer bizimdir, kaptık masayı. Elimizdeki çantaları koyduk önce üzerine. Sonra da sırt çantalarımızı. Sırt çantası deyince aklınıza çocukların okul çantaları falan gelmesin sakın. Küçük bir valizin alabileceği tüm eşyayı rahatça içine alan koca karınlı minik valizler. Yüklerimizden kurtulmanın rahatlığıyla karşılıklı oturduk masanın banklarına.
Yan masada iki hanım. Yaşça biri bize yakın, diğeri biraz daha fazla yaş almış gibi görünse de cıvıl cıvıl bir hanım. Sarı saçları, güler yüzüyle pozitif enerji yayıyor çevresine. Dudaklarında sürekli bir Elazığ türküsü. Mendilim işle yolla, isle gümüşle yolla… Arkadaşımla yine göz göze geliyoruz ama bu kez şaşkın ve “biz bu türküyü biliyoruz” bakışı. Tabii yaa! İki gün önce Türk Halk Müziği konserimizde bir arkadaşımızın söylediği türkü bu. Yan masadaki iki güzel hanımın dünya umurlarında değil. Belli ki sıkı dostlar. Birlikte gülüp bir ağızdan türküler söylediklerine bakılırsa sanki hiç dertleri yokmuş gibi. Biz de onlara zaman zaman katılıyor, düşük bir perdeden mırıldanıyoruz türküleri. Az önceki yorğunluğumuz azaldı mı tamamen mi yok oldu anlamadık. Yarın ameliyat olacağı için oldukça gergin olan arkadaşıma güzel bir terapi oldu. Biz öyle dalmış türküler mırıldanırken yan masadaki hanımların yanına bir bey yaklaştı. Biz önce neler söylediğini anlayamadık. Boğuk bir sesle hanımlara bir şeyler söylüyordu. Hanımlar da şaşırmış gibi önce birbirlerine, sonra bize baktılar. Dikkat edince anladık beyin ne söylediğini.
-Eski türküler bunlar. Gençliğimizde Nezahat Bayramlar, Necla Erollar, Ülkü Beşgüller…Ben de türküleri çok severim. Söylerdim de. Ama günde dört paket sigara içiyordum. Şimdi gırtlak kanseri oldum. Uzun süredir tedavi görüyorum. Boğazımdan küçük bir delik açacaklar, oradan konuşacakmışım. Yoksa ilerleyecekmiş hastalığım… Hanımlar gönülsüz bir “geçmiş olsun” deyip sırtlarını döndüler. Rahatsız olmuşlardı bu davetsiz konuktan belli ki. Beyefendi o masadan tepki alınca bir umutla bize doğru yöneldi. Bizim de pek sohbete gönlümüz yoktu. Hastane psikolojisi, ameliyat heyecanı, bir de arkadaşımın sigara fobisi. “Dört paket” sözünü duyar duymaz gayri ihtiyarî “sigara içenlerden nefret ederim” deyip başladı telefonunu karıştırmaya… Biz beyefendiyle söyleşecek havada değiliz. Elimizdeki telefonlara dikkatimizi verdik, ilgilenmiyoruz. Beklediği ilgiyi göremeyen beyefendi bize “geçmiş olsun” deyip uzaklaştı kendi akrabalarının olduğu masaya.
Saate bakıyoruz. 12.40. Arkadaşım:
-Bir şeyler yiyelim, ben acıktım, diyor. Aslında ben de acıkmaya başlamıştım ama söyleyemiyorum. Hoca daha minareden inmeden otogara geldiğimiz düşünülürse…Gerçi teknoloji camilerde de harika kolaylıklar sağlıyor artık. Eskindenmiş o hocaların minareye çıkıp ezan okumaları. Günümüzde minarelere hopörlörler bağlanıyor, caminin içinde hoca efendi oturduğu yerden ezanı mikrofona okuyor. Pek yakında dijital ezan çıkacak. Hocalar ellerine mikrofon almadan, dijital saate ayarlı ses kayıtları devreye girecek. Sabahın erken bir saatini anlatacaktım, söz nerelere geldi. Her neyse. Otogarın karşısındaki bir börekçide kahvaltı yaptık. Ama o saatte bir şeyler yemeye alışık olmadığımız için ikimiz de iştahsızlık. Birer simit, birer parça üçgen peynirle aperatif bir beslenme yapmıştık. O nedenle öğlen yaklaştıkça guruldamaya başladı bizim mideler.
Ancak mideyi düşünme zamanı değildi şimdi. Henüz arkadaşımın yatış işlemlerini yapmamıştık. Hastane sekreteri, boş yatak olmadığını, taburcu olacak hastaların yatakları hazırlandıktan sonra bizi odaya alabileceklerini söylemişti. Boş bir masa bulup kocaman sırt çantalarımızı masaya bırakıp karşılıklı oturaklarına oturduk. Yorulmuşuz ikimiz de. Oturmak iyi geldi. Bir süre sessiz oturduktan sonra başladı yan masadaki sıkı dostların amatör konseri ve ardından gırtlak kanseri beyin davetsiz konukluğu. Arkadaşım telefonundan saate baktı.
-Öğleden sonra gelin demişti görevli. Gel gidelim, odamıza yerleşelim, dedi. Toparlandık, yüklerimizi vurduk sırtımıza, yollandık ortopedi servisine.
-Yok. Boşalan yatak yok henüz, bekleme salonunda bir süre daha beklemeniz gerekiyor, dedi görevli.
Asansöre bindik, üçüncü kata, ortopedi servisine çıktık. Bekleme salonunda iki hanım, bir bey oturuyordu. “Bizden önce gelmişler, bizden önce yerleşirler” diye düşünmüşüz arkadaşım da ben de aynı anda. Birbirimize barışarak anlaşıyorduk. Neyse. Birer sandalyeye sırt çantalarımızı koyup bitişik sandalyelere oturduk. Bekliyoruz… Bir saat… İki saat… Üç saat…Telâşlanmaya başlamıştık. Kendimizi oyalayacak bir şeyler düşünmeye başladık beklemekten yorulunca. Ara ara kalkıp koridor boyu yürüdük. Bekleme salonundaki otomatik yiyecek-içecek makinası dikkatimizi çekti. Bir süre onu incelemeye daldık. Büyükçe bir makine. İki bölmeli. Sağ tarafta meşrubatlar. Sol tarafta yarım litrelik su, bisküvi, kraker, gofret… Her birinin altında bir numara yazılı. Makinenin gövdesine de her bir ürünün fiyatı yazılı. Örneğin; su mu alacaksınız? Bir buçuk lira madenî parayı numarasına atıp 24 yazıyorsunuz. Pat! Sütünüz alt bölmeye düşüyor. Çok hoşumuza gitti. Çocuklaştık makinenin başında. Diğer bekleyenlerin alacağı yiyecek ve içeceğin numarasını da biz yazıyorduk yardımcı olma ruhumuza. Ara sıra makinenin kafası karışıyor, vermiyor benim siparişimi. Bir süre sonra bozuk para yuvaya düşüyor. Düşen parayı almak için parmağımı yuvaya sokar sokmaz geriye fırladım. Kaçak elektrik vardı sanki. Fena çarptı elimi. Epey korkmuştum. Tam bu sırada boşalan bir yatak olduğunu, … numaralı odaya gidebileceğimizi söylediler. Saate baktık. 16.40. Sabah 06.25’de şehre inmiştik. Çok şükür tam on saat onbeş dakika sonra yerleşebilmiştik hastaneye.
Şifa dileyerek odamıza yerleştik. Bundan sonrası mı? O da başka bir yazının konusu olsun.
Bir cevap yazın