“Gittiğimiz yere zincirlerimizi de götürürüz kendimizle birlikte. Tam bir özgürlük değildir kavuştuğumuz; durup bakarız bırakıp gittiğimize; onunla dolu kalır düşlerimiz. Kendi kendisiyle ne savaşlar eder boşuna! Tutkuları içinde ne kemirici kaygılar ne korkular içinde kıvranır insan!”
Lucretius
Gecenin ürkütücü, arındırıcı, okşayıcı soluk nefesi İstanbul’u sokak, sokak dolaşıyor, bilinmedik insanlara, beklenmedik bir anda ılık öpücükler konduruyordu. Bedenlerden ayrılmış ruhlar, farklı insan bedenleri arasında, çölde su arayan bedevi gibi birilerini veya bir şeyler arıyorlardı. Eski, yıllanmış yaşlı ruhlar, genç, taze ve yeni bedenler içinde, et, kan, kemik ve deriden örtülerle kuşatılmış, bu ruhların bilinçleri de cahillik içinde saklı kalmıştı. Ruhlar ezel de yaratılmış sonrada anne rahmindeki on haftalık ceninlere hapsedilmişti. Şimdi Kızılelma caddesinde yaşayan insanların uykuya dalan bedenlerinden arınan ruhlar sokak, sokak cadde, cadde dolaşıyordu.
Fatih Cerrahpaşa İyi Maya Erkek Öğrenci Yurdu’nun 4. katında, 4 kişilik odasında ruhu hala bedeninde ve uyanıktı. Çünkü o, bu şehrin yalnızlığını saçının tellerinden sağ ayak başparmağının ucuna kadar hissediyor, kimsesizliğinden, sinmişliğinden, silikliğinden, çaresizliğinden, görünmezliğinden, fakirliğinden kısacası İstanbul yalnızlığından uyuyamıyordu. Bu uykusuzluğu küçük sıcak köyünden, zayıf, çelimsiz, yaşlı ama sevgi küpü anneciğinden ayrılıp geldiği bu şehirde geçirdiği ilk geceden beri vardı. Bu nedenle de ruhu hala et ve kan yığınları içindeydi.
Gıcırdayan, mızmızlanan, nazlanan, söylenen ve bir türlü uyutmayan yatağından doğruldu. Kış mevsiminin ilk karı İstanbul’u beyaz bir çarşaf gibi sarmıştı. Ayağına siyah botlarını, sırtına kolları yıpranmış boz paltosunu, ellerine parmak uçları dışarıda kalan eldivenini giydi. Artık Fındıkzade’nin boş sokakları evsiz köpeklerin ve onundu.
Yavaş adımlarla Fındıkzade tramvay durağından Beyazıt’a doğru yürüyordu. Kaldırımlarda yalnız onun ayak izleri vardı. Aradığı neydi o da bilmiyordu. İçini kemiren bu arayış, bu dürtü, bu arzu neydi? Ruhu sanki bedenini sürüklüyor, buz kesen beyaz sokaklarda cadde, cadde dolaştırıyordu.
Millet Caddesi’nde bayır aşağı ilerledikçe sokağın sessizliğini bölen bir inilti duymaya başladı. Attığı her adımda bu sesi daha güçlü duyuyor, git gide o sesin sahibine daha da yaklaşıyordu. Sonunda kar ve sis arasında varla yok arası silik bir gölge gibi onu gördü. Bir sokak lambası cılız ışıklarını etrafa yayıyor, aydınlattığı alanın tam ortasındaki bankta da bir insan oturuyordu.
Kalın yırtık paltosu, siyah yıpranmış ve kirliydi. Kolları lime lime olmuştu. Ellerini paltosunun içine çekmiş, yaşlı parmaklarını kafasını kabuğuna sokmak isteyen kaplumbağa gibi içeri kaçırmıştı. Botları da paltosu gibi simsiyahtı. Paltoyla botlar birbirine tam anlamıyla tezattı. Palto küçük bıçak darbeleri ile paramparça olmuş gibi, bot ise sanki Dockers’dan dün alınmış gibiydi. Palto yerlerde sürüklenmiş kir ve pislik içinde, botlar ise yalnız karla ıslanmış ve sağlamdı. Paltonun her yeri kevgir gibi delik deşik olmuştu. Sanki İstanbul’un soğuk havası buzdan sarkıtlar gibi yaşlı adamın içine, içine işliyor, vücut sıcaklığı ile eriyen buz parçaları sırtından beline kadar çizerek iniyordu. Paltonun başlığı adamcağızın tüm kafasını yutmak istermişçesine onu içine çekmişti. Bankta iniltiler çıkararak kara bir kaya gibi oturan yaşlı adam gözlerini gecenin karanlığına gömmek ister gibi kapatmıştı.
Fatih garip sesler çıkaran karaltıdan biraz korkmuştu. Önce etrafı kolaçan etti. Etrafta kimsecikler yoktu. Sonra yavaş yavaş adama doğru yaklaştı. Bir yandan ürküyor bir yandan da bedenini saran, onu silkeleyen, insan olma heyecanını uyandıran köyündeki küçük Fatih’in insansı sesini tüm gövdesinde hissediyordu. Bu duyduğu sesi içindeki diğer ses bastırmak istiyor sol kulağına “Burası İstanbul, dikkatli ol, gecenin bu saatinde in midir? Cin midir? Bir anda yerinden fırlayıp bıçağı boğazına dayarsa ne yapacaksın, ya sana numara yapıyorsa?” diye bet bir ses bu korku ateşine odun atıyordu. Sonunda annesinin iyilik meleği, küçük köy çocuğu Fatih duyguları ve onun özünde var olan merhametin şefkatli sesi; şeytanın, çatallı çirkin ve hayvansı sesini bastırdı ve Fatih bankta inleyen adama yardım etmeye karar verdi.
Banka doğru yavaş ve küçük adımlarla yaklaştıkça görüntü netleşiyor, yaralı yaşlı bir adamın varlığı anlaşılıyordu. Adama doğru attığı her adımda yaşlı adamın kanayan bir yerlerini görüyor, sanki akan kendi kanıymış gibi aynı acıyı kendi bedeninde hissediyordu. Damla damla akan kan yeni yağmış süt beyazı kar üstünde kıpkırmızı kümecikler oluşturmuş, kan damlalarının düştüğü kar taneleri de bu acıyı hissetmiş gibi acıdan erimişti. Adam perişandı. Aç sırtlanlar bile bir canlıyı bu şekilde parçalamazdı. Yaşlı adama ise sanki aç değil de tok sırtlanlar bir ceylana saldırır gibi atılmış, yiyip bitirmek değil de parçalayıp atmışlardı. İyice yanına yaklaştığında görünmeyen gözlerinin saç ve sakallarından değil mor şişliklerden dolayı olduğunu anladı. Yaşlı adam; acımasızca, onursuzca, vahşice, şerefsizce kısacacı insanlığını kaybetmiş insanlarca dövülmüştü. Gün boyu önünden geçen insanlar onu dilenci ya da şizofren sanmış hiçbir Allah’ın kulu yardım etmemişti. O da ümitsizce önünden geçen insan siluetindeki, ruhsuz, iki ayaklı, iki kollu beyinsiz yaratıklara yalvarıp durmuştu. Sonunda çaresizlik içinde, karşılıksız yalvarışları iniltilere dönüşmüş, o da en sonunda pes etmişti.
Fatih adamın yanına geldiğinde bu inilti sandığı sesin aslında saatlerdir süren ağlamaların son iç çekişleri olduğunu anladı. Artık yaşlı adamın tam karşısındaydı. Adama bakarken içini bir hüzün ve incecik bir yürek sızlaması kapladı ve fark etti ki; kar beyazı kefen giymiş bu koca İstanbul’da, bu boş sokakta, kendisi gibi yalnız ve kimsesiz birisi daha vardı.
Adamı banktan yavaşça ayağa kaldırıp iki elinden tuttu ve dizlerini hafifçe öne eğerek sırtladı. Kaldırımda ilerlerken arkada yalnız kendisinin ayak izleri ve yaralı adamın ayakkabısının ucuyla çizdiği kesintisiz iki çizgi vardı. Onu hastaneye götürürken bir yandan gülümsüyor bir yandan da hüzünlü bir sevinç hissediyordu. Ama bu yalnız kendisinde değil her ikisinde de vardı.
Yaralı adam gittikleri hastanede iki gün tek kelime söylemeden, ağlamış, inlemiş, sayıklamış ve gözlerini hiç açmamıştı. Mor çukurlara gömülmüş gözlerini daha kimse görmemişti. Fatih hastane ve üniversite arasında mekik dokumuş, hastane polisine bildiklerini anlatmış, kimsesiz adamı hastaneye o getirdiği için görevli polis memurları tüm resmi evrakları ona imzalatmıştı. Fatih’in yaralı adamın yanına geldiği üçüncü gün İstanbul’a yağan kar, yerini yağmura bırakmıştı. Yağmurlarla karları eriyen, yolları kar çamuru ile kirlenen İstanbul’da bir çarşamba akşamı, yaşlı adam gözlerini açtığında yanında yalnız Fatih vardı. O gece hiç konuşmadılar. Sessiz sevgi, ilahi merhamet ve nurani şefkat karışımı pamuksu bir esinti her ikisinin de önce gözlerini, sonra kalplerini sarmış; Haseki’ye, İstanbul’a, Dünya’ya ve evrenin sonsuzluğuna yayılmıştı.
Sonraki günlerde yaşlı adam yine hiç konuşmadı. Ama Fatih tanımadığı bu kişiye, karşılıksız ilkokul aşkından, iki yıl önce ölen babasından ve tek varlığı olan köyündeki annesinden bahsetti. Çünkü onunda konuşmaya, dertleşmeye, İstanbul yalnızlığını hafifletmeye ihtiyacı vardı ve gecenin karanlığında her ikisi de yalnızdı. O sohbetin sonunda yaşlı adamın gözlerinde ilk kez bir mutluluk zerreciği yakaladığını hissetti.
Fatih pazar günü hastaneye geldiğinde yaşlı adamın odasında olmadığını gördü. Krem rengi kirli duvarların ve fasarit atılmış gri tavanın labirent gibi hapsettiği koridorun sonunda ki servis bankosuna hızlı adımlarla gitti. Yaşlı adamı sorduğunda yalnızlığını, garipliğini ve kimsesizliğini paylaştığı dostunun öldüğünü öğrendi. Fakat sandalye de oturan, her şeyden her zaman haberi olan, hastanenin ayaklı gazetesi, tombul hastabakıcının ona haberleri vardı. Koştururcasına telaşla anlatmaya başladı.
Yaşlı adam ölmeden önce konuşmama diyetini bozmuş, garip bir şekilde ünlü bir avukatı hastaneye çağırmak istemişti. Fakat kimse ona inanmamıştı. Yaşlı ve yaralı adam tüm gücünü toplamaya çalışarak görevli polis memurunu çağırmış, iyice yanına yaklaşmasını sağladıktan sonra kulağına ismini ilk kez o zaman fısıldamıştı. Bu ismi duyar duymaz görevli polis memuru bir roket gibi yerinden fırlamış, hemen amirlerini, ilçe emniyet müdürünü ve yaralı adamın ismini söylediği ünlü avukatı aramıştı. Avukat dakikalar içinde hastaneye geldiğinde herkes şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş, hastanenin sessiz koridorlarını meraklı insanların kısık sesleri ve takunya tıkırtıları kaplamıştı.
Polis memurları, ünlü avukat ve nöbetçi doktorun bulunduğu odada üç beş dakika sadece klavye tıkırtıları yankılandı. 306 numaralı hastane odasının kapı eşiğindeki meraklı kalabalık yaşlı adamın ne dediği anlaşılmayan kısık sesini ilk kez o zaman duymuştu. Yaşlı adam son imzasını attıktan hemen sonra acil müdahale arabası odanın içine alınmış, yaşlı ve yaralı adam son hamlelerini yapmış ve hayata hoşça kal demişti.
Fatih meraklı tombul hastabakıcıdan İstanbul yalnızlığını yırtan dostunun, sonsuzluğun buğulu, bilinmez, sessiz yolculuğuna çıktığını öğrenmiş, içini kış mevsiminde çöl sıcaklığı kaplamıştı. Gözyaşları gözünden akmadan, vücudunu yakan alevlerle buhar olup uçmuştu. İçine akan görünmez gözyaşları birazda kendi İstanbul yalnızlığına dönmesindendi. Sessizce kaldığı üniversite yurduna dönerken; milyonluk İstanbul yalnızlığını, kalabalık insan topluluklarının soğukluğunu, caddelerdeki selamsız insanların donuk ve tekdüze bakışlarını ve kirli çamurumsu karların kirlettiği pantolonun paçasını düşünüyordu. Sonunda öğrenci yurdunun en üst katındaki dört kişilik odasına vardı, kulağını tırmalayan anlamsız seslere aldırmadan yorganını başına kadar çekip derin bir uykuya daldı.
Pazartesi sabahı gün daha yeni ağarırken Cerrahpaşa İyi Maya Erkek Öğrenci Yurdu’nun önünde Mercedes marka bir araba durdu. İki dakika sonra yurt hoparlörlerinden Fatih’in ismi anons edildi. Fatih’in müdür odasına gelmesi isteniyordu.
Fatih müdürün karşısına oturduğunda yardım ettiği yaşlı adamın boğaza nazır yalısı, onlarca lüks dairesi, birçok bankada milyonlarca lira nakit parası, devlet tahvilleri ve hazine bonoları olduğunu öğrendi. Yaşlı adamın çok ama çok malı, mülkü, parası vardı ama hiçbir akrabası ve gerçek dostu yoktu. Tabi Fatih dışında.
Yaşlı adamın hazin hikayesini duyan Fatih İstanbul yalnızlığının acısını bir kez daha iliklerine kadar hissetti. Yakıcı bir sızı ile karışık bu hüzün Fatih için tanıdıktı. Bedenlerde hapsolmuş ruhların evrenin sonsuzluğunda ve bu koca İstanbul’da gerçekte ne aradığını artık anlamıştı. İstanbul yalnızlığı son bulmuş onu da birisi dost bilmişti. Artık uykusuz geceleri renkli rüyalara dönmüş, o da ruhunu serbestçe dolaşmak için tüm gece boyu serbest bırakmıştı.
Kim bilir belki pamuksu tatlı rüyalar bile görecekti. Ruhu da Kızılelma caddesinde yaşlı adamla sohbete dalacaktı. Artık onun da İstanbul’da ruhunu nerede bulacağını bildiği gerçek bir dostu vardı. Belki iki dost İstanbul yalnızlığının kötü kaderini sonlandıran sıcak bir insanlık tohumu ekmişlerdi. Fatih bu kısır döngünün artık kırıldığını düşünürken birden karanlığa gömüldü. Yaşlı adama dost ve mutluluk getirmeyen, onca mal ve para kendisine de aynı hainliği yapar mıydı?
Fatih odasına çıktı. Dolabından annesinin ördüğü yün çorap ve kazaklar dışında hiçbir şey almadı. Masasının üstünden kitaplarını alıp aşağı indi. Kendisini bekleyen şoför arka kapıyı açtı. Fakat Fatih arka koltuğa değil ön koltuğa oturdu. Siyah Mercedes’in siyah kapısı ve siyah camları kapanırken, meraklı ve fesat okul müdürü de yüzüne yerleştirdiği muzip gülümseme ile el sallıyor, tekrar yağmaya başlayan karların beyaza boyadığı Kızılelma Caddesi’ndeki siyah Mercedes’te kar ve sis içinde gözden kayboluyordu.