**‘The earth is evil. We don’t need to grieve for it.’ ‘Nobody will miss it.’
Von Trier’in Melankoli’yi aslında sadece bu replik için çektiğine inanıyorum. Von Trier açık sözlü bir
adam. Her ne kadar filmlerindeki semboller sayfalar dolusu tartışılsa da ve neresinden tutsak başka
bir gizli anlam bulabilsek de: aslında her seferinde vermek istediği mesajı en direkt biçimde veriyor
yönetmen. ‘Dünya kötücül. Onun için yas tutmaya ihtiyacımız yok. Kimse onu özlemeyecek.’ Her şey
bu kadar basit aslında. Filmin ilk gösteriminin de yapıldığı 2011 Cannes Film Festivali’nde yönetmen
sadece filme değil bir skandala da imza atıyor ve diyor ki: ‘Hitler’e sempati duyuyorum.’ Justine’in
kendi düğününde tanımadığı bir genç çocukla yatarak her şeyi batırmasından farkı ne bu
açıklamanın? Von Trier de gelmiş geçmiş en kötücül insanla flörtleşerek batırıyor kendi gecesini. Nasıl
ki Dogville’de bir köy dolusu insanın ölümünü arzulamamızı sağladıysa ‘usta’ yönetmen belki Hitler’e
olan sempatisini de bir başka filminin usulca söylenmiş repliklerinden birine sıkıştırdıktan sonra
kovulmuş olduğu o pek ünlü film festivalinde, hem de onu kovan insanlara alkışlatmayı başarabilirdi.
Ustanın ustalığı da tam bu noktada başlıyor işte. En derinimizdeki karanlığı bulup bize onu ışıklarla
dolu bir beyaz perdenin üzerinde sunuyor ve biz bir de bakıyoruz ki barışmışız en çok inkâr ettiğimiz
parçamızla. Bu yazının amacı Hitler’e olan sempatimizi sunmak değil, hayır! Yanılıyorsun sevgili okur.
Juliene’in sözlerine kulak vermek amacımız: ‘Dünya kötücül bir yer!’
Film Juliene’in (Kirsten Dust) acı dolu güzel bakışlarıyla açılıyor. İzleyici fonda Wagner’in ‘Tristan und
Isolde’ siyle beraber bir takım fotoğraf karelerini izlemeye koyuluyor. Bu fotoğraf karelerinin arasına
karışan Brughel’in ‘The Hunters in the Snow’ tablosu ise dikkat çekici. Yönetmen film boyunca çeşitli
sanat eserlerine atıfta bulunuyor. Filmin adı ile de Albrecht Durer’in aynı isimli gravürüne atıfta
bulunduğuna inanıyorum. Atıfta bulunduğu tüm eserler filmin doğası gereği iç karartıcı eserler. Filmin
bir karesinde çok kısa bir an Klimt’in bir eseri takılıyor gözüme ama onun rengârenk dünyasına
dalmama izin vermeden yeniden Justine’in sinir bozan mutsuzluğunu kendi göğüs kafesimde
hissetmeye başlıyorum. İnsanı filmin karamsar havasına çeken o büyüleyici açılış sekansının ardından
filmin ilk bölümü: ‘Justine’ başlıyor. Bu bölümde Justine’in kendi hayatını mahvedişini izliyoruz.
Düğün gecesinde müdürlüğe terfi alan bir genç kadın, gecenin sonunda ‘Hem kocasız hem patronsuz
kalıyor.’ Üstelik bu sözleri ona söyleyen genç aşığını da elinin tersiyle iterek kendi karanlığına doğru
yola çıkıyor. İzleyici sormadan edemiyor: Neden? Fakat bu öyle her sorumuza hazır ve klişe cevaplar
veren bir gişe filmi değil. Kendi konfor alanlarımızın içinden bakarken bu sorunun cevabını görmemiz
zor. Patronsuz ve kocasız bir yaşamı tercih edebilecek bir genç kadının aslında dünyanın karanlığını
görüp bunu kabul edebilecek kadar erdemli olabileceğini hangimiz düşünebiliriz ki sabah güneş
doğmadan bindiğimiz servislerle pek önemli işlerimize yetişmeye çalışırken? Birinci part’ın yani
Justine’in son repliği ise, Justine’den geliyor gene: ‘Antares artık orada değil.’ Justine’in bilgeliği kayan
yıldızları gözlemleyip iyimser dileklerde bulunmakla değil, uzak galaksilerde ölmekte olan yıldızların
acısını kestirebilmesinde gizli belki de.
Yönetmen filmi iki bölüme ayırırken ilk bölüme ‘Justine’ diyor ve ikinci bölüme de ‘Claire’. İkinci
bölümde kıyametin yaklaşmasını izliyoruz ve karakterlerin bu duruma verdikleri tepkileri. Üç karakter
üzerinden üç farklı tepki ile analiz ediyor yönetmen ölüme verilen tepkiyi. Justine iletişime kapalı,
gergin melankolisini inatla sürdürürken, Claire’in sahip olduklarını korumak için umutsuzca çırpınışını
görüyoruz. Justine’in aksine toplumun kendisi için çizmiş olduğu çizgilerin içini Faber Castell kuru
boya takımıyla doldurarak ilerleyen Claire için çizgilerin tamamen dışına sıçrayan bu siyah lekeyi:
Melankoli’yi kontrol etmek oldukça güç. John ise Melankoli’yi küçümseyerek veriyor tepkisini. Madde
ile temellendirdiği var oluşunun gücünden öylesine emin ki bunun zevale uğrama ihtimalini kabul
edemiyor. İntihar’ın melankolinin sonucu olması beklenirken, melankoliye en mesafeli karakterin
intihar ederek ölmesi ise ayrıca düşündürücüdür.
Filmin hiç konuşulmamış, üstünde durulmamış bir başka okuması daha var aslında: Justine’in intiharı.
Justine’in zihninin melankoliye teslim oluşunu izliyoruz filmin başlangıcından bitimine kadar. Peki,
kıyamet aslında nedir? Kişinin varlığının son buluşu ile var olan her şeyin son bulması arasındaki farkı
nasıl algılar kişi? Justine’in dünyasına çarpıp onun varlığına son veren melankoli- depresyon değil
midir? Öyleyse melankolinin gücünü anlatmak için onu yuvarlak bir gezegen olarak resmetmek çok da
akıl dışı olmasa gerek. Irmağın kıyısında güzel bedenini Melankolinin ışıklarıyla yıkadığı o meşhur
sahne var örneğin. Nasıl da tüm varlığıyla hazır melankolinin gelişine, nasıl da davetkâr bir bekleyiş.
Bileklerindeki ince derinin altında uzanan ırmağa yaklaşan çelik bir bıçağın ışığından farkı ne dünyaya
yaklaşan Melankolinin mavi ışığının?
Ne diyordu Justine ‘Dünya kötücül bir yer.’ Evet, sevgili okur; dünya üzerinde Hitler’i ve müritlerini
barındıracak kadar kötücül bir yer. Kendi dünyalarınıza bakın, öfke bedeninizi kapladığı zaman
içinizden çıkan karanlığa bakın. Fakat unutmayın dünya 18 delikli bir golf sahasından çok daha büyük.
Hitler’in yaşadığı bu dünyanın üzerinde hiç tanımadığı çocuklar için ‘sihirli mağara’lar inşa edip onları
kimsesizliğin melankolisinden koruyan adamlar da yaşadılar. Öyleyse Aziz Nesin’in 100. doğum
gününde hazırlanan bu yazıda Von Trier’e vereceğimiz cevap şu olsun: dünyanın mavi ışığının
melankolinin zehirli ışığından daha kutsal olduğuna ikna edemezsin bizi.
Bir cevap yazın