1966,
İstanbul,
dedemin evinde yaşıyoruz bir süredir,
babam yaklaşık iki sene önce görevle gittiği Belçika’dan yeni döndü.
O’na mektup yazabilmek için 5 yaşımda kendi kendime öğrendiğim okuma yazmanın ödülünü heyecanla bekliyorum,
her mektupta yinelediğim “sarı saçlı mavi gözlü” oyuncak bebeğin valizden çıkacağı anı kaçırmamak için sessizce ortalıkta dolaşırken birden anneannem camlı bir bölmeyle ayrılan salondan kayboluverdi.
Dışarıdan merakla baktığım camlı kapıda hareket eden gölgelerden bir anlam çıkarmaya ve sabırsızca oyalanmaya çalışırken zaman zaman bebeğin unutulduğunu, hediyemin gelmediğini düşünür olsam da bu kötü düşünceyi çabucak kafamdan uzaklaştırıyor, iyimserliği elden bırakmamaya çalışıyordum.
Aradan epey süre geçmesine rağmen halâ oyuncak bebeğimi kucağıma alamamış ve artık babama kırgın ve hatta dünyaya küs yatağıma gitmek üzereydim ki anneannem dışarıya çıktı ve kucağıma kızıl saçlı, bal rengi gözlü, uzun kirpikli ve yüzü çok güzel 60 cm’lik bir bebek bıraktı. Harika gerçekçi bir yüzü ve üzerinde nefis fırfırlı bir elbise, hatta iç çamaşırı bile olan bebeğe büyük bir sevgiyle sarıldım…
Meğer babam çok pahalı diye giysili bebek alamamış, çıplak getirdiği bebeği gizlice anneanneme verip elbise diktirmiş… Ayrıca sarı saçlı ve mavi gözlü bebeklerin yüzlerini çok yapay bulmuş ve anlamlı bir yüze sahip kızıl saçlı bebeği tercih etmiş…
O bebek genç kızlığıma dek benim çocuğum gibi sevdiğim, adını Jale koyup üzerine asla başka bebek sahiplenmediğim oyuncağım/arkadaşım oldu.
Ağabeyim bazen beni kızdırmak için Jale’yi ayaklarından kapı koluna asar, ben ciyak feryat kurtarmaya koşardım.
Anneannem uzun yıllar Jale’yi bir prenses gibi giydirdi, zengin bir gardırobu oldu bebeğimin.
Hep gelin olduğumda arabanın önüne konulacağını hayal ederdim, aile içinde sık sık konuşulurdu bu gelin arabası.
Yıllar geçti, ben anne oldum, kızım hiçbir zaman oyuncak bebekle oynamadı, azıcık bir ilgi gösterdiği Barbi bebekleriyle geçirdiği kısa zamanları çabucak geride bırakıp dört yaşından itibaren sadece resim çizerek boş zamanlarını değerlendirdi ve sonunda mesleği oldu…
Ne zaman eski dikiş makinelerini görsem aklıma tüm hayatı eski bir Singer makinanın önünde, loş ışıkta başı eğik, adeta el değmemiş hayalet dikişli ipek elbiseler diken anneannem gelir… Ayaklı Singer’de ilk dikişi öğrendiğim yıllarda nakış da ilgimi çekmiş, hatta ilk nakışımı, elini kumaşın altında tutarak bana öğreten anneannemin parmaklarının derisini dikerek öğrenmiştim, hiç sesini çıkarmayan anneannem parmaklarındaki dikişi tek tek sabırla sökmüştü…
Bir cevap yazın