Bu topraklarda kadın olmak hep zordu. Geçmişte de böyleydi şimdi de böyle. Kadınlık hep bir yük gibi bindirildi sırtlarımıza. Evlat veremeyen, hatta oğlan doğuramayan kadın hor görüldü yıllarca. Kendilerindeki kromozomdan olduğunu bilmeden dölsüzlüğü yüklediler omuzlarına. Tarlada ırgat evde hizmetçi gibi çalışan kadının, dayağı şiddeti eksik etmediler bedeninden. Kız çocuğu önce o evde aşağılandı. En korunaklı güvende olması gerektiği baba ocağında. Hep ikinci sınıf insan muamelesi gördü. Sofrayı kız toplasın, işleri kız yapsın ama sokağa hep erkek gitsin, okumayı sadece oğlan hak etsin. Sonra satıldı bir mal gibi, üç kuruşa sözüm ona başlık parasına, şanslıysa dengine değilse dedesi yaşındaki bir zengine. Ama gittiği evde de değişmedi kaderi, önce kendini sahibi bilen kocası sonra kendi doğurduğu evladı. Hepsi çekiştirdiler bir yerlerinden. Bu yazgı, kısır bir döngü gibi bırakmadı paçasını.
Kadın değişmedikçe değişmez bu yazgı. Biz kadınlar büyütüyoruz o beğenmediğimiz kocalarımızı, tanıyamadığımız evlatlarımızı. Biz kadınlar yüklüyoruz kafalarına o kahrolası kodları. ‘Kadın hizmet eder, kadın susar, yaşadığı her şey kaderidir.’ İşte biz böyle dedikçe bunu kabullendikçe değişmez hiçbir şey.
Değişmedi de. Değişmiyor da. Değişen sadece sebepler. Eskiden yemeğin tuzu eksik diye başlardı bahaneler şimdi eteğin kısa, makyaj yapma, çalışma, ona baktın diye uzayan bir liste. Hiç değişmedi kadın hep zulüm gördü ülkede. Cahili de zulüm etti okumuşu da. Bitmedi bu kara yazgı. Girdap gittikçe büyüdü. Evlerden de çıktı artık. Sokak ortasında öldürür oldular kadınları. Yetmedi, çocuklarının gözünün önünde kıydılar canlarına. Bir kez değil defalarca sıktılar kurşunu, defalarca sapladılar kör bıçağı. Tecavüz edeni ödüllendirdiler. Evlendirdiler kadınları cellatlarıyla. Sesimiz çıktı mı? Akşam haberlerinde birkaç acıklı cümleden öteye gitmedi isyanımız.
Bitmedi büyüttüler karanlığı, pisliği. Gencecik kızları ya minibüsten indirip kıydılar canlarına ya da parçalara ayırıp bir çöp bidonunda soldurdular güllerini. Ya da benzin döktükleri bir varilde bitirdiler kendi insanlıklarını. Ya da evinin apartman boşluğunda gencecik bir fidanın solan yapraklarında kurudu olmayan vicdanları.
Bu ülkede bu kadar öldürülen kadın, onların acısını çeken o kadar anne, evlat, abla, kardeş, arkadaş varken sekiz martı konuşmak nafile, kelimeler kifayetsiz. Mahkeme salonlarında beklenen adaletin üzerlerine giydikleri iki çaput bezle aşağıya çekildiği, seni öldüren kocan değil de sevgilinse hor görüldüğün, katledildikten sonra bile yaftalandığın bu ülkede kadın olmak bir yük omuzlarımıza.
Oysa bu ülkenin başarılı, aydın, Cumhuriyetçi, haklarına sahip çıkan, Atatürk’çü evlatlar yetiştiren evlatlarına vicdanlı, merhametli, değil bir canlıyı eşyaya bile zarar vermenin yanlışlığını öğretmeyi amaç edinmiş, çok değerli bilim insanları, sanatçıları, aydınları, fabrikada, atölyede, sokakta, masa başında, bir derslikte ter döken onca emekçi kadını dururken bunları konuşmak, emeklerine şükranlarımızı bildirmek varken bu acılardan bahsetmek.
Hiç istemiyorum aslında. Bütün bunları yazmayı, konuşmayı ama bu gerçeğe sırtını dönmek, yok saymak işte bunu hiç yapamıyorum. İçimizde kanı hiç dinmeyen bir yara gibi bizlere yaşattıklarınız. Her solan kadın, her anasız kalan çocuk bir taş olup oturuyor kalplerimize. Diliyorum öyle bir gün gelsin ki biz bunları hiç konuşmayalım. Unutalım. Ama korktuğumuzdan değil artık bunları hiç yaşamadığımızdan. Canımız hiç acımadığından.
Ne demişti Nazım Hikmet.
….
‘Bizim kadınlarımız:
Korkunç ve mübarek elleri,
İnce küçük çeneleri, kocaman gözleriyle,
Anamız, avradımız, yârimiz,
Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen,
Ve soframızdaki yeri,
Öküzümüzden sonra gelen,
….
Değişen bir şey yok. Her şey aynı.
Tek fark artık öküzün tahtı arabalara teslim…
Bir cevap yazın