Yaz tatili. Ayağında parmak arası tokyolar, üzerinde kısa kollu orlon bluz ve annesinin diktiği beli lastikli, uçları fırfırlı etek. O zamanlar hazır giyim pek yok. Kıyafetleri anneler, teyzeler, komşular dikiyor. Başında beyaz bir tülbent, uzun sarı saçları kenarından azıcık görünüyor ama çocuk o, kollarının, saçlarının görünmesi çok da önemli değil. Kareli bir örtüye özenle sarılmış kitabı sımsıkı tutuyor, mutlaka belinin üzerinde, göğüs hizasında tutması öğütlenmiş. Aynı sokakta oturan gri yüzlü Hatice Teyze mahallenin çocuklarına bu kitabı okumayı öğretiyor. O da en parlak öğrencilerinden biri. Usulüyle, makamıyla çok iyi okuyor ve tek kelime anlamıyor. Anlamadan okuyup bitirmesine az kalmış, hatim indirmenin kutsal bir mertebesi var.
Sadece okumayı öğretmiyor Hatice Teyze, her kulun bilmesi gereken çok önemli bilgiler de aktarıyor çocuklara. Bir gün diyor ki, oranı yıkarken çok dikkat et, parmağın girmesin, yoksa mundar olursun. “Ora”nın neresi olduğunu biliyor da mundar ne demek, bir türlü çıkaramıyor. Eve gelince annesine soruyor, aldığı cevap hiç aklına yatmıyor ki zihninde kalmıyor.
Kadın kadına oturulan bir ortamda “ay hali”ni duyunca merak edip soruyor ve müstehzi gülümsemelerle karşılaşıyor. Başlar öne eğiliyor, sesler alçalıyor, “Kirlenince Öğrenirsin!” diyorlar. Kim niye kirleniyor, hiç anlamıyor, hâlâ da anlayabilmiş değil.
Az büyüdüğünde eve mektuplar geliyor. Daktiloyla yazılmış, o zamanlar daktilo var. Onu şu saatte şuraya davet eden isimsiz mektuplar. Mektupları hiç görmüyor. Ona vermiyorlar. Annesi usulcacık “sakın ha gitme” dediğinde öğreniyor. Çok sinirleniyor. Sokaklarda birlikte büyüdüğü çocukluk arkadaşı bir oğlandan şüpheleniyor, gidip haddini bildirmek, “Bu nasıl iş?” diye sormak istiyor ama gidemiyor, öyle tembihleniyor. Davet eden ettiğiyle, o da öfkesini yuttuğuyla kalıyor.
Biraz daha büyüdüğünde, bir aile dostlarının oğluyla sohbet halinde “yakalanınca”, “Aman ha, erkek sinekle dişi sinek bir araya gelemez!” diyorlar. Bu kendini öğüt sanan tümce havada asılı kalıyor, bir türlü alıp bir yerlere yerleştiremiyor. İyi de biz sinek değiliz ki, diyor, sesini duyuramıyor.
Üniversiteye başladığında kaldığı kızlar yurdu spor akademisiyle aynı kampüsün içinde diye dedikodular geliyor kulağına. Buraya bir de kreş yapılsın, deyip kötücül kahkahalar atanlara cevap vermek istiyor ama nereden başlayacağını bilemiyor. O yurdun kapılarının akşamları, artık reşit olmuş tüm kızlarla birlikte içeriden dışarıdan herkese neden kilitlendiğini de anlamıyor.
Üniversite sonrası büyük bir mutlulukla çalışmaya başlıyor ve tek başına ev tutuyor. Ev ararken o koca şehirde yalnız yaşayacak olmasının ev sahibi denen karşı tarafta yarattığı endişelerin, tereddütlerin nedenini sormuyor, merak da etmiyor. Az çok tahmin ediyor ama umursamıyor, işine bakıyor. Büyük bir şirkette çalışıyor olması tereddütleri az da olsa azaltıyor. Sonuçta herkes cebine girecek düzenli paraya bakıyor.
O koca şirketteki bazı küçük adamlar onu çok şaşırtıyorlar. Evli barklı, çoluklu çocuklu, hep tıknaz, hep bıyıklı, hep aynı buruşuk takım elbiseyi giyen, hep sinsi bu adamlar evliliği bir arabaya benzetiyorlar. Yolda kalmamak için mutlaka ama mutlaka bir stepne gerektiğini konuşup çirkin kahkahalar atıyorlar. Tam o anda elindeki bir fincan çayı kafalarından aşağı boşaltmak istiyor ama şirket o kadar kurumsal ki yapamıyor.
Kardeşi evlenirken, nasıl ikna edildiyse imam nikâhı yapmaya kalkıyor. Birileri ona da gel şahit ol, diyor. Ama yanına bir kadın daha al. İki kadın bir erkeğe denk geliyormuş. Nasıl sinirleniyor. Gelirsem yalnız gelirim, diyor. Olmaz, diyorlar. Makbul değildir. Caiz de değildir. O zaman gidin kendinize çok erkek bir şahit bulun. Ben bu işte yokum.
Kendisi evlenirken imamı işe hiç karıştırmıyor. Sevdiceğiyle birlikte olmak için birinin onayına ihtiyacı yok. Ama, diye çatlak sesler yükseliyor, doğacak çocuklarınız piç olur. Yahu diyor, çocuğumuz olursa anası belli, babası belli, piç de neymiş.
Bir oğlan doğuruyor. Eşini, çocuğunu hep çok seviyor ama kendini kimseye, kimseyi de kendine mecbur hissetmiyor. Hadlerini aşıp, bir de kız çocuk yapın, diye ısmarlama işlere girişenler oluyor. Oğlan gidermiş, kız kalıp anaya bakarmış. Biz sevdiceğimle birbirimize, ben de kendime bakarım, diyor. Yaşlanıldığında baksın diye kız çocuğu yapılmasını hiç anlayamıyor.
Karnı kızına burnunda bir arkadaşının, kız çocuğudur, okumasa da olur, demesine çok şaşırıyor. Daha doğmadan çocuk için üzülüyor. Oğlunun ileride böyle yetiştirilmiş kızlara denk gelmemesini diliyor ama bunu dillendirmiyor.
Sinek kadar kocam olsun, başımda bulunsun, diyen kadınları da anlamıyor. Kadın olmaya değil de kocaya büyütülen tüm kız çocukları için çaresizce canı yanıyor.
İnsan evladının işte böyle büyürken tüm bu maruz kaldıklarına gücü yetememesine içerliyor ama elinden de pek bir şey gelmiyor.
Bu kadıncağız hayatın her yaşında, her evresinde karşılaşıp durduğu tacizleri anlamayarak, şaşırarak, üzülerek, iyi kötü elliyi deviriyor. Kadınlığının bundan sonraki kısmında bakalım daha neleri anlamayacağını da merak ediyor!
Bir cevap yazın