Kafamda bir tuhaflıkla başladığım roman doğal seyrinde devam ederken ben şüphesiz ki asla
kitabı elimden bırakmayı düşünmedim. Şelalelerin deli dalgalarında akıntıya kapılmış ufak bir taş
misali ruhum kitabın mısralarında sanki her seferinde yeniden kelepçe yiyordu. Okudukça okuyasım
geliyor, sürekli Mevlüt’ün kafasındaki tuhaflığın peşine düşmüş sahipsiz bir soru işareti gibi
hissediyordum.
Yapı Kredi Yayınları’nın çıkarmış olduğu kitap 466 sayfa(olayın tamamlandığı yer) olmasına
karşın hiçbir zaman nasıl biter sorusunu aklıma getirmedi.
Kapakta gördüğüm kaldırım taşlarındaki yazılardan son sayfaya kadar hep içimde tuttuğum
taze bir merakla okudum kitabı. Buraya kitabın sürükleyiciliğini özetleyecek tek cümle yerleştirmem
gerekirse teminat olarak samimiyetimi gösterip tüm dürüstlüğümle diyebilirim ki bir günde bitirdim
kitabı. Bir pazar dinlencesi, bir yorgunluk silsilesi arasında bir çırpıda okuyuvermek neymiş onu
yaşadım. Kitabı tavsiye ederken bu cümleyi kullanmak sanırım her şeyi özetiyle ortaya koymuştur.
Siyah beyaz bir fotoğrafın üzerine işlenmiş bir kaç renkli yazı bana ilk bakışta eskinin kökleri
üzerine oturtulmuş yeni bir kültür izlenimi verdi. Zaten kitabı okuyunca da yeni kültürlerin üzerinde
kendine bir yer edinmiş İstanbul’u, kapakta gördüğüm yazılar gibi kaldırımlara tutunmaya çalışan
Mevlüt’ü gördüm. Kapakta arkasını dönmüş vaziyette duran bozacı üç tane orta yaşlı adamı karşısına
alıp sırtını okura dönerek belki bir orkestra şefi edasıyla kafasındaki tuhaflığın peşine düştüğü için bile
olsa bu romanı yöneten Mevlüt’ün kendisini, belki biraz da yaşadıklarından dolayı alınmış mıdır
diyerek bu sebeple arkasını dönmüş olmasını düşündürdü. Ben de kitabın adından mıdır nedir tüm
ayrıntıları ince ince eleyip tuhaflıkları zincirledim beynimin kemendinde. Ve romanı sahiplenmeye
çalışan bir okur olarak içimde Mevlüt’ün bozası kadar tatlı bir muhabbetle sevgili yazarla bunu
konuşma ihtiyacı hissettim.
Arka kapakta Orhan Pamuk’un fotoğrafına bakarken gülümsemesinin ardında gördüğüm
sahipsiz bir beşik, eski bir sandalye ve adını anımsayıp ardını dolduramadığım (göremediğimden) bir
yığın eşya arasında verilmiş o poz karşılaştığım birkaç yorumda dikkatimi çeken “Orhan Pamuk
sadece Nişantaşı’nı anlatır.” eleştirisine en iyi görsel cevap olmuş sanıyorum.
Kitabın arka kapağını açtığımda gördüğüm soy ağacı bana bazı noktalarda yardımcı oldu, bu
da iyi düşünülmüş. Ön kapağı açtığınızda ise sizi selamlayan turuncu renk sanki biraz sonra
gireceğiniz portakal bahçesinin kokularını burnunuza getiriyor ya da diyorum o tatlı ekşimsi koku
bozadan mı geliyor.
Şunu da konu etmek istiyorum ki bu işlerin son derece ucuz yapıldığını-maalesef-gören bir
okur olarak kitapta hiçbir harf hatası olmaması da son derece memnuniyetimi kazandı. Çünkü bazen
bu tarz noktalar dahi bana hep özentisiz yazılmış romanlar gibi geliyor. Her ne kadar yayınevinin
hatası dahi olsa bu tarz roman yazarları bana biyolojik anneleri hatırlatıyor. Eserini, emeğini merdiven
altı matbaalarda bastıran yazarlar da bin bir meşakkatle emek verdiği bebeğini(kitabını) cami avlusuna
bırakmış bir anneyi anımsatıyor. Tabi bu noktadan sonra iş okura düşüyor. Eğer okur sahiplenirse
romanı, görmezden gelirse bu durumu sıkıntı arz etmiyor ama ben ne vakit özentisiz bir yazı görsem
Sayfa 2/3
kitaba karşı okuma isteğim yerini beni kitaptan vazgeçirmeye yetecek bazen güçlü bazen söylentide
kalan küçük isyanlara gark ediyor.
Romanı okurken hiç karşılaşmadığım bir yöntem olan benim de adını “olaylı röportaj”
şeklinde kendimce isimlendireceğim yepyeni bir tarzla karşılaştım. İlk aşamada yazar burada ne
yapmış diye düşünürken aralarda olayı bağladığını görmek beklentisi yüksek bir okur istemiyle içimi
biraz rahatlattı. Sırası gelen içten bir şekilde, bazen yerel konuşmalara da yer vererek yaşananları
anlatmış ve okur olayı bu konuşmalarla takip etmesine karşın kitabın büyüsünden olsa gerek olayları
birbirine bağlamakta zorlanmıyor.
Mevlüt mü Mevlut mu bir türlü karar veremediğim kahraman( kitapta Mevlut geçer ama biz
Mevlüt’ü Mevlut bilmeyiz) bir süre gözümü rahatsız etse de alışkanlıktan ben bu ikisinin farkıyla
uğraşmamaya başladım. Ama yine de yazar bu noktada okuyucuyu kahramanın gerçek adının ötesinde
gerçek telaffuzunun ikircikli düşünceleriyle uğraştırmasa çok daha iyi olurdu.
Mevlüt; öylesine saf, öylesine içten, ama asla öylesine bir adam değil. Hep ılıman tarafı temsil
eden, gittiği evde taraflı muhabbetlerin içine çekilmeye çalışılsa da kıvrak zekası ve en yakın arkadaşı
Ferhat’tan öğrendiği hazır cevaplarıyla işin içinden sıyrılarak yine de bozasını satabilen bir adam.
Hayatta en çok sevdiği Rayiha’nın hayatına girmesinden onu ölümün soğuk karanlıklarına gömmesine
kadarki süreçte hep temizliğine inandığım genç bir adam. Küçük yaşta babasıyla birlikte İstanbul’a
gelmesiyle başlıyor serüveni. Amcasının oğulları Korkut ve Süleyman’ın etrafında gelişen olaylar ve
bununla beraber Mevlut’ün İstanbul’a sessiz direnişini, kafasındaki soru işaretlerinin cevabını yollar
boyu aradığı İstanbul caddelerini kitapta çokça görüyorsunuz.
Kitabın en olumlu tarafı diyebileceğim nokta okurun bazı yol ayrımlarında olayların gidişatını
tahmin edememesidir diye düşünüyorum. Mevlüt’ün yazdığı mektupların asıl sahibinin kim olduğu
karmaşası, beni tahminlere bile itememişken, son derece emin bir tavırla herhalde eşi Rayiha’ya
yazmıştır dedirttikten sonra aslında kardeşine yazmış olması okuru biraz yanıltıyor.
Aslında kitabı ilk açtığımda gördüğüm cümleden çıkarım yapmak zor olmadı. Kardeşini
isteyip ablasıyla evlendirilme olayı bana ilk aşamada Şinasi’nin Şair Evlenmesi tiyatrosunu anımsattı
ve aynı mıdır ki acaba şeklinde önce rahatsız oldum. Ama sonra kafamda oluşan tuhaflıklar en azından
konu benzemediği için derin bir rahatlatma yaşattı bana. Çünkü aynı olsaydı eminim ki yazar hakkında
özgünlüğüyle ilgili olumlu şeyler düşünmezdim. Kitap boyu takiple okumamı gerçekleştirirken
amcasının oğullarının Mevlüt’ü hiçbir zaman yalnız bırakmamış olması, istediği kızı vermeseler de
belki babasının deyişiyle evlerine dahi el koysalar da hep Mevlüt yalnız kalır mı acaba sorusunu
cevapsız bıraktı zihnimde. Çünkü olaylar yaşanırken gördüm ki bu üç amcaoğlu hep sırt sırta yaşadılar
her şeyi.
Yazarın dini konular, siyaset, başörtü gibi konulara geçerken uğramışçasına kısaca değinmesi
dönemin zihniyetini yansıtma çabasıydı sanıyorum. Mevlüt’ün annesi ve kız kardeşlerinden hiç
bahsedilmezken ya da en azından Mevlüt’ün köyünden bahsedilmesi gerekirken sadece İstanbul’u
anlatması keşke dedirtti bana. Keşke biraz daha bu kısımları anlatsa çok daha iyi olurdu sanıyorum.
Mevlüt’ün de itiraf ettiği gibi hiç değilse para gönderme ya da kardeşlerinin düğününe gitme veya
kendi düğününde annesine yer verilme kısımlarını kitapta hep eksik buldum. Bununla beraber
Sayfa 3/3
amcasının kitabın epey yerine dek ölmemiş olması ve kayınpederinin de kızı öldükten sonra dahi
olaylara tanık olması biraz alışılmış romanların ötesine çıktığı için yine kafamda bir tuhaflık var
dedirtti.
Yazar beni,bizi Mevlüt’ün aşkına öyle inandırmışken kitabın sonunda Samiha ile buluşmaları,
mektupları ona yazdığını söylemesi, kızından onları bir araya getirmelerini istemiş olması,görüşmeleri
ve sonunda evlenmesi belki de Rayihanın aşkına sahip çıkmadı mı dedirtti bana ve önce Mevlüt’e
sonra yazara çok kızdım. Belki de böyle olmamalıydı dedim ama sonra yazar bunu yaşatarak aslında
Mevlüt’ün de -kitabın sonunda geçer- “Ben bu hayatta en çok Rayiha’yı sevdim” itirafıyla aslında
inandığımız aşkın altını çizdi ve onu güzel bir çerçeve içine aldı. Mevlüt’le beraber okurun da farkına
vardırılması ve Samiha ile yaşayarak aslında gerçek aşkının Rayiha’ya olduğunu göstermesi Mevlüt’e
inancımı artırdı ve farklı bir son olduğu için kafamdaki tuhaflığı çözdü diyebilirim. Burada Rayiha
sevgi; Samiha aşktı ve bana öyle geliyor ki sevgi kazandı. Bir çift gözün sevdasıyla yola çıkan Mevlüt
sonrasında Rayiha ile yaşadığı yılların hakkını verir edasıyla sürekli onu araması, özlemesi bize
duygusal manada da yorum yapılası başka kapılar aralıyor.
Kitapta asıl islenen konu olan bozanın hatta Osmanlı yadigârı bir içeceğimiz olarak bozanın
yazar tarafından sahip çıkılmış bir vaziyette işlenmiş olması da yine kitaba karşı bir sempati duymamı
sağladı.
Kitap incelememi sonlandırırken öncelikle amacımı aştıysam yazardan, okuyanı sıktıysam
okurdan ve iyi bir şey ortaya çıkaramadımsa kendimden özür dilerim. Ve kitapta çok geçti elbette ki
benimde konu etmem yanlış olmaz: niyet-kısmet meselesi. İnsanın niyeti neyse kısmeti o olsun, o
çıksın kaşığına. Ben de okumaya niyet ettim yazmak kısmet oldu.
Bir cevap yazın