Bir varmış bir yokmuş. O dönem köleler efendi, efendiler köle imiş. Dutlar şarkı söyler, kuşlar bal yapar, yaş yapraklar için için yanar imiş. Mevsimlerden soğuk bahar, aylardan sıcacık Şubat imiş. Kimse kimseye bakmaz, kimse kimsenin canını yakmaz, ak ile kara karışmaz, güller menekşe gibi kokar imiş.
İşte böyle bir zamanda, ormanın derinlerinde yaşlı bir kadın tek başına yıkık dökük bir kulübede hayatını sürdürür gidermiş. Her sabah uyanıp kuşlarına yem verir, çimlerini sular, ekinlerini biçermiş. Öyle çalışkanmış ki bu kadın, yılların bedenini bir parça bile yaşlandırdığına inanmıyormuş. Bu inançla her gün bir öncekinden daha genç bir vücutla uyanır, her zamankinden dinç bir halde oradan oraya koşuşturup dururmuş.
Gel zaman git zaman, hayat akıp gitmekteyken bir sabah penceresine vuran parmakların sesi ile uyanmış kadın. Günün daha yeni doğmakta olduğu bu erken saatte ormanın taa içinde kendisinden başka birinin var olduğunu bilmek, onu bir parça sevindirse de büyük bir endişeye kapılmış: On yıllardır bir kişi bile kapısını çalmamışken bu sabahın farkı neymiş ki?
Korku içinde kapıya yaklaşıp “Kim o?”diye bağırmış. Sesini kalınlaştırarak kapalı pencerenin ardındakini korkutmayı umuyormuş. Ancak sorunun ardından cama üç kez daha vurulmuş. İyiden iyiye telaşa kapılan zavallı kadın, hızla eline gelen ilk oduna sarılmış ve tekrar pencereye koşmuş.
-Kimsin?
-Benim, demiş pencereye vurmakta olan el.
-Sen kimsin?
-Benim.
Yaşlı kadın derin bir nefes alıp elindeki odunu iyice sıkarak pencerenin kanadını kaldırmış. Az önce bulanık camlardan içeriye zorlukla giren gri havanın yerini taptaze gün ışığı almış. Gözleri kamaşan kadın onu sabahın bu saatinde uyandıranın kim olduğunu, burada ne işi olduğunu öğrenmek için yanıp tutuşuyormuş. Lakin güneş gözlerini öyle yakıyormuş ki bir türlü karşısında kim olduğunu anlayamıyormuş.
Sonra ne olduğunu anlayamadan ışığın içinde tuhaf ve hızlı gölgeler görmüş. Şaşkınlıkla bakınırken dehşetle fark etmiş ki az önce pencereye dokunan parmaklar, şimdi kadının kollarını tutmaktaymış. Bir yabancının kendisine dokunmasından ölümüne korkan kadın, tüyleri ürpererek geri çekilse kendisini tutan minik parmaklardan kurtulamıyormuş. İçindeki korku kolundaki his arttıkça yerini rahatlamaya bırakmaya başlamış sonra. Sanki ona dokunan küçük parmaklardan vücuduna yıllardır aradığı bir panzehir akıyor gibiymiş.
-Sana soracaklarım var, demiş elin sahibi.
Kadın kendini bırakıp başını yere eğerek gözünü yakan güneş ışığından kaçınmaya çalışmış bir süre. Canı hala yanıyor olsa içine akan güzel his ona bütün kötülükleri, acıları unutturuyor gibiymiş.
-Sor; demiş kadın istemsizce gülümseyerek.
-Kim olduğumu sormayacak mısın önce?
-Sormayacağım, demiş kadın; kolunun üzerinde nazikçe durmakta olan parmaklara dokunarak, Seni tanıyorum.
-Peki, demiş karşıdaki, Ben de seni tanımak isterdim. Ancak hiç tanımıyorum. Kimsin sen, anlat bana!
Kadın hala yüzünü göremediği; ama sesinden küçük bir kız çocuğu olduğunu tahmin ettiği küçük misafirini içeri davet etmiş önce. Ama çocuk ısrarla içeri girmeyi reddetmiş. Pencerenin önünde, çocuğun eli kadının kolunda konuşmuşlar bir süre. Kadın ona tüm hayatını baştan sona anlatmış önce. Sonra burada günlerini nasıl geçirdiğini, neleri sevip sevmediğini saymış teker teker. Küçük kız büyük bir sabır ve merakla dinliyormuş kadını.
Orada günler, aylar, yıllar, geçirmişler bu halde. O sırada yaşlı kadının bahçesindeki otlar insan boyunu geçmiş, kuşları ölmüş, tarlası ekin vermez olmuş. Ancak ne kadın yoruluyormuş bu sohbetten ne de küçük kız. Bütün bu yıllar boyunca kadın kızın yüzünü bir kez bile görememiş. Ne zaman cesaret edip ona bakacak olsa güneşin parlaklığı gözlerine vuruyormuş. Bir süre sonra da denemeyi hepten bırakmış.
Sonunda zaman gelip de kadın son nefesini verecekken küçük kız heyecanla atılmış:
-Sana soracaklarım vardı.
-Sor, demiş kadın güçlükle.
-Artık bir önemi yok. Bunca zaman sana tek bir soru bile soramadıysam artık ne yararı olacak? İşte ölüyoruz.
-Hayır, demiş kadın, sen daha çok küçüksün ve yaşayacaksın.
Küçük kız o an kadının kolunu bırakmış ve güneş ışığının bir parça gerisine çekilmiş. Kadın bir de ne görsün, karşısında kendi çocukluğu. Kendi yüzü, saçları ve kendi bakışları.
-Şimdi birlikte öleceğiz. Seni tutmasam belki yıllar önce ölecektik. Ama artık ikimiz de her şeyi biliyoruz. Yine de sana soracak tek bir şeyim var.
Kadın eceli hissetmekteyken gülümsemiş.
-Sor, demiş.
-Bugün yalnız öleceğini bilsen de, o gece yine yıldızları seyreder miydin?
-Hangi gece, demiş kadın şaşkınlıkla.
-Bunca yıldır bana bir kez bile bahsetmediğin o gece.
Kadın küçük kızı kandıramayacağını biliyormuş artık.
-Evet. demiş, o gece yıldızları izlememiş olsam belki de seni asla göremeyecektim.
Bu cümlenin hemen ardından yaşlı kadının gözleri huzur içinde kapanmış ve ruhu şeffaf bir tül gibi bedeninden ayrılıp havalanmış. Küçük kız da pencereden dışarı çıkmakta olan tüle tutunarak yakıcı güneş ışığına doğru yola çıkmış.
Bir cevap yazın