Gecenin bu saatinde hız limitini aşmanın cezası, eve geç gitmenin cezasından daha fazla olamazdı ki. Ne kadar erken o kadar iyi. Geçen sene Milano’da beğendikleri o beyaz ve sade kolyenin bir benzerini Kapalıçarşı’da bulup almasaydı evde işi daha da zor olurdu. Gecenin bu saatinde onu eve sokacak tek anahtar, ön koltukta bir paketin içinde süslenmiş duruyordu. Gerçi kendisinin bir suçu yoktu ya olsun. Zaten toplantı başlar başlamaz geç kalacağını anlamıştı Kamil Beyzade. Patron da olsan erken kalkamazsın toplantıdan. Sonra ‘’Patron bile umursamıyor biz niye uğraşalım ki? ’’ muhabbeti bir hayalet gibi gezecek ve içten içe çökecekti şirket. Bu durumun, ordusunun başında savaşa girmeyen bir komutandan ne farkı vardı? Neymiş efendim, Yunanistan dosyasına özel zaman ayırmak lazımmış. Malum krizdeler. Ödemeler, arz talep dengeleri, bozulan istikrar dengeleri, freni patlamış kamyon misali aşağıya doğru sürüklenen istatistikler falan filan. ‘’ Ulan bırakın Yunanistan’daki ekonomik dengesizlikleri ben birazdan eve gitmezsem iç savaş çıkacak, haberiniz yok! ’’ Diyecekti, diyemedi. Onun yerine şimdi daha da fazladan gaza basıyordu. Alnına düşen saçlarını eliyle kenara yatırarak eve giriş sigortası olan hediye paketine bir daha tebessümle baktı.
Kolye Ayfer’in boynuna ne kadar güzel yakışırdı kim bilir. Bunu kendisi de bilmiyordu. Bildiği bir şey varsa o da bu hediyeyi Ayfer’e verdiyse bu saatte nereden geldiğinin bir öenmi olmayacaktı. Bu hediye, hiç soru sorulmayacak anlamına geliyordu. Biraz kendine gelir gibi oldu. Göbeğini sıkan emniyet kemerini söktü, çıkardı yerinden. Yine bir kırmızı ışık mı? Kaç para ulan bir kırmızı ışık ihlali? Hiç… Direksiyon başında gözleri birden büyürken hiç dediği ceza, ona daha büyük bir maliyetle kendini gösteriyordu. Önce direksiyonu göremedi sonra da yolu. Her şey yavaşça silindi zihninden. Şu gözlerin önünden film şeritleri ise tamamen bir masalmış. Fren ve korna sesi artık sadece trajik bir çığlık olabilirdi. Öyle de oldu. Parçalanan arabanın içinde kendinden geçti.
-Burası da neresi? Aman Allah’ım! Ne oldu bana? Hemşire! Hemşire! Bakar mısınız lütfen!
-Uyandı yine seninkisi. Koş kız.
-Buyurun efendim. Ne arzu etmiştiniz? Bu sabah nasılsınız acaba?
Gülüşmeler arttı. Yandaki ranzada yarı uzanmış ve eliyle havada garip işaretler yapan adam da güldü. Sonra birden gelen hemşireye doğru eğilerek:
-Sana iki kere ikinin nasıl beş ettiğini kanıtlayayım mı?
-Hemşirenin güler yüzü kayboldu. Gözlerini adama doğru çevirip kıstı.
-Defol git be manyak herif!
-Hanım efendi rahatsız ediyorum ama ben kaç gün buradayım acaba? Sonra rica etsem bana doktoru çağırır mısınız?
-Galiba beş gün oldu efendim. Doktorumuz da çok geçmeden gelecek.
-Saat kaç?
-Dokuza yarım var efendim.
-Bakın hemşire hanım. Gördüğünüz gibi iyiyim. Yani o kazadan nasıl böyle çıktım bilmiyorum ama demek ki verilmiş sadakamız varmış. Lütfen taburcu işlemlerimi başlatın. Ailemin burada olduğumdan haberi vardır. Lütfen eşime haber verin, Numarasını vereyim. Şeyyy. Numarasını hatırlayamadım ya şimdi. Herhalde dosyada vardır. Adı Ayfer Beyzade. Haydi, lütfen ama acele edin. Ben daha fazla kalamam burada.
Hastanedeki diğer görevliler de kulak kesilmiş dinliyordu. Hemşire ile sohbet arttıkça etrafta toplananlar daha da eğleniyordu. Adamın bu sözleri nereden bulup getirdiğini kimse anlamıyor ama bu yaratıcı uydurmadan dolayı neredeyse adama hayran hayran bakıyorlardı. Bu yoğun ilgiyi yakalayan sarışın hemşire, etraftakileri eğlendirmeye devam etmek istiyordu:
-A tabi Kamil Bey! Hanımefendiyi aradık. Lakin kendileri biraz meşgulmüş en kısa sürede geleceklermiş buraya. Yola çıkmışlar. Neydi o adamın adı ya?
Biraz arkada telefon kamerasıyla bu sahneyi videoya çeken genç stajyer atıldı:
-Genel müdür… Genel müdür. Bir de avukatı vardı.
-Doğru ya genel müdür. Efendim genel müdürünüzü aradık. Bilgi verdik. Avukatınızın da çok önemli bir davadaymış çıkınca hemen gelecekmiş buraya. Lütfen merak buyurmayın.
-Öyle diyorsunuz da hemşire hanım, Bizim şirketin işleri boş bırakılmaya gelmez ki. Bakın kaç gündür buradayım. Allah bilir neler olmuştur şirkette? Hem siz nereden bileceksiniz bizim işleri?
Kıkırdamalar yerini kahkahalara bıraktı. Gülmesini bitirebilen işine döndü. Sarışın hemşire de zirvede bırakmak istercesine kibar yüzünü yok edip hastanın arkasına geçti. Hastanın üzerindeki deli gömleğinin bağlarını sıkıca tekrar bağladı. Kamil Bey, ne olduğunu anlamadan kundaklanmış bebek gibi hareketsiz kaldı. Şarışın hemşire, ani bir hareketle işini bitirip geri döndü. Kamil Beyzade, etrafta neler olduğunu anlamaya çalışırken üstündeki elbisenin ne olduğunu bir türlü anlamadan çekiştirip duruyordu. Hemşire, onun arkasından bağları sıkı sıkıya bağlayınca gözleri büyüdü.
-Şaka mı bu? Nedir bu delilik saçmalıkları? Benimle alay mı ediyorsunuz? Şu deli gömleğimi çıkarın yoksa hepinizi mahkemelerde süründürürüm. Bu hastaneyi de başınıza yıkmazsam da iki saate kalmaz kapatırım. Koskoca Kamil Bey’e deli gömleği giydirmek ha! Siz ecelinize mi susadınız?
Tehdit, köşede olanları izleyip gülen doktoru kızdırdı, Mülayimliği uçtu gitti adamın:
-Lan kes sesini. Üç kuruş maaşa bir de burada hikâye dinliyoruz ya. Hemşire Hanım sakinleştiriciyi yapmadınız mı ya? Ben mi söyleyeceğim her şeyi?
-NE sakinleştiricisi. Bana burada ne yapıyorsunuz? Bırak o iğneyi satılmış doktor. Gelmeyin üstüme. Ben Kamil Beyzadeyim. Anlamıyor musunuz?
Genç stajyer, gelip doktorun yanında durdu ve doktorun incelediği evraklara göz attı.
-Doktor bey. Bu hastanın sayıkladığı isim var ya. Kamil Beyzade. Bu isim bana yabancı gelmiyor ama üç gündür bir türlü hatırlayamadım.
-Bırak ya sende bu saçmalıkları. Delinin ipiyle kuyuya iniyorsun, haberin yok. Bu meslekte ne hikâyeler duydum biliyor musun sen? Ha bak şu karşıdaki adam. Kendini ne zannediyor: Matematik profesörü.
Dönüp Matematik profesörüne baktılar. Sert cümleler kasılan suratlar gevşedi. Doktor saatine baktı. Günlük kontrolleri bitmek üzereydi sonra hemşireye dönüp devam etti:
-Bu yeni hastaya aldırma artık. İşinizi yapın. Dosyasına baktım demin. Sokakta yaşıyor gariban. Çöplerden kâğıt mı ne topluyormuş beyzademiz. Nasıl olmuşsa kendini arabanın altına atmış işte.
-Bu ne şimdi? Tutturmuşlar bir Salih Yaban. Kim bu ya? Kağıt mı topluyormuş ne? Bu nasıl bir karışıklık anlamadım ki? Burada bildiğin deli muamelesi yapıyorlar bana. Şaka diyeceğim ortada öyle bir durum da yok. Baksana bunlar resmen deli. Ulan Ayfer, ben sana ne yapacağımı biliyorum ya önce şuradan bir çıkmam lazım. İlk işim o yalaka avukatı ve tonla para verdiğim genel müdürü kovmak olacak.
Herkesi kovunca biraz rahatlamış bir şekilde tekrar yatağına oturdu. Gözleri Matematik profesörüne takıldı. Elleriyle bir şeyleri sayıyor sonra da olmayan kalemle boşluğa yazıp çıkan sonuca şaşırıyordu. Etrafı iyice izledi. Gözleri derinlere daldı.
-Kazadan sonra bir hafta hastanede yatmışım. Üç gündür de burada etti on gün. Bu süre zarfında arayan soran yok ha. İnanılır gibi değil. Hastaneleri mi karıştırdılar kimlikleri mi anlayamadım ki. Hem öyle bile olsa bu güne kadar kesin gelen olması lazımdı. Yok, kardeşim yok. Bu işte bir yanlışlık var. Düşün oğlum Kamil düşün. Şimdi ben kaza yaptım. Tamam. E geç saat tabii etrafta kimse yok. Kaza yerine gelen sütü bozuk biri aldı arabadan kolyeyi cüzdanı kaçtı. Giderken de kimliğini düşürdü. Polis de gelip onun kimliğini bulunca işte Salih Yaban oldum ben. Aslında bu Salih dedikleri hergele ya yolda önüme çıkan adam ya da hırsızın teki. Kesin kimlikler karıştı. Ben Salih olmadığımı söyleyince de buraya getirdiler. Bunları yarın gelecek doktor mu kasap mı ona söyleyeyim de bıraksınlar beni. Yoksa gerçekten delireceğim burada.
Sabahı dört gözle bekledi. Kendisiyle konuşan bir doktordu. Diğerleri gerçekten deliydi ve kurduğu her cümle saçma sapan bir sonla bitiyordu. Yanındakine dayanamayıp ne zamandır burada olduğunu sorduğunda aldığı ilişkisiz cevapla bu işe giriştiğine pişman olmuştu zaten. Sabah uyandığında yine doktoru bekledi. Bu sefer daha sert konuşması gerektiğini biliyordu. Bu böyle olmayacaktı. Kahvaltı derken gelen giden kimse olmadı. Sordu soruşturdu ama nafile. Şansını zorlayınca onu yatıştırmaya gelen doktoru gördü. Sakinleşmesi gerekiyordu. Doktora tane tane anlatması gerekiyordu.
-Doktor Bey güzellikle söylüyorum. Lütfen polisi arayın. Bir yanlışlık falan var. Çok basit bir şekilde söylüyorum size. Neden anlamıyorsunuz? Kaza yerinde kimlikler falan karışmış olmalı. Adım Kamil. Ben Salih falan değilim. Hele hele deli hiç değilim. Salih dediğiniz kişiyi tanımıyorum bile. Büyük ölçüde yoluma çıkan bir çöpçü, ayyaş belki de hırsızın biridir. Benim ne işim olur ayak takımıyla. Kazadan sonra birisi gelip üstümü arabamı soymuş olmalı. Her kim artık bizi soyduysa yerine de bu Salih kimliğini bırakmış. Bunu anlamak çok mu zor? Arabada Ayfer’e, ki kendisi eşim oluyor, ona Milano’da beğendiği bir kolye vardı. Onu almıştım o akşam. O kolye, araba parası eder biliyor musunuz? Bizim elemanlara emrettim aynısını bütün şehirde dön dolaş zor buldular. Kaza yerinde demek ki onu bulup alıp gittiler. Sadece kolye değil her şeyi almış olmalılar. Yani demem o ki bu Salih olacak kişi artık kimse…
‘’Bana bak! Bir daha bu saçmalıklardan bahsedersen ve kurallarımıza uymazsan seni yatağa bağlamak zorunda kalırım. Anladık delisiniz ama sağa sola kaçarsan bunu yapmak dışında bir seçeneğimiz kalmaz. Anlıyor musun? Bir de güzel güzel uyduruyor. Ulan ne kolyesi ne Ayfer’i evli bile değilsin sen. Biraz sus da işimizi yapalım. Bak koca koca adamlar seninle ilgileniyor. Filmlerine tahlillerine bakıp beyninde bir hasar var mı anlamaya çalışıyor.’’
En iyisi kaçmak bu tımarhaneden. Kalırsam gerçekten delireceğim. O doktor kılıklı kasap bir de beni yatağa bağlayacakmış. Şu düştüğüm hale bak. Koskoca Kamil Beyzade’nin haline bak. Kesin kaçmalıyım buradan. Bir kaçış planı hem de hemen. Ziyaret saatleri, yemek araları, tuvalet penceresi… Şu hemşire en salak olanı. Bir de benimle dalga geçiyor. Gösteririm ben size. Kendini çok akıllı zannediyor.
-Hemşire Hanım, bakar mısınız? Yoo, yoo, tekrar o saçmalıkları anlatmayacağım. Bak, iki gündür sözünüzden çıkmıyorum. Tamam, bıraktım o Kamil yalanlarını. Bak herkes bahçede yürüyor sohbet ediyor, beni de bırakın da biraz yürüyeyim ayaklarım uyuştu ama.
-Olabilir aslında. Kimseye bir zararın olmadı şu ana kadar. Yalnız bir şeyi merak ediyorum. Neden uyduruyorsun bu Kamil Bey yalanlarını. Yok kolyeler, şirketler, genel müdür falan.
-Anlatırım ama şimdilik aramızda kalsın. Her şeyin bir sebebi var tabii. Adım Salih. Kağıt topluyorum. Kazadan sonra buraya getirince baktım hastane düzenli, temiz, yemekler işte. Dedim ki deli ayağına yat bari devlet sana baksın. Böylece sokaklarda çöplerin içinde dolaşmana da gere kalmaz. Sonrasını biliyorsun zaten. Bak burada kavga yok, bağrış çağrış yok. Beni buradan çıkarmayınız diye bu yalanlar.
-Buraya gelen herkes akıllı olduğunu söylüyor da sen gerçekten akıllıymışsın. Sırrını kimseyle paylaşmayacağım. Madem burada kalmak istiyorsun, kal o zaman. Şimdi şu kapıdan çık, bahçede gez dolaş. Şu yolu görüyor musun? Orada biraz yürü, hava al. Zihnin açılsın.
Zihnim açılırmış, akıllıya bak. Ben iki gündür o yolu izliyorum zaten. Hemen de inandı uydurduklarıma. Bir de akıl veriyor bana. Dönüp bir tebessüm edeyim de çakmasın durumu. İşte o yol ve çöpleri çıkardıkları sürgülü kapı. Şimdi buradan ev mi yakın olur yoksa şirket mi, bilemiyorum ki. Tam olarak hangi semtteyim onu da bilmiyorum. En iyisi ev galiba. Gideyim de beni bu kadar süredir aramayan sormayan herkesten hesap sorayım. Ah Ayfer Ah! İnşallah işe yarar bir mazeretin vardır. Yoksa Allah peygamber dinlemem basarım boşanmayı. Üç kuruş da nafaka vermem. Herkes anlayacak bana nasıl davranılması gerektiğini. Ya çocuklarım. Onlara ne demeli asıl? Pelin, kızım. Seni bebekliğin boyunca kucağımda taşıdım. Bir dediğini iki mi ettim?16. yaş gününe yetişmek için Amerika’daki tatilimizden koşa koşa gelmemiş miydik? Özel okullara harcadığımız paranın haddi hesabı yok. Her sene bir moda çıkarırsın başımıza. Yok efendim Avrupa turu, yok efendim, genlik kampı. Hangisine burun kıvırdık da hayır dedik. Hele hele oğlum İsmail. Asıl sana hiç yakıştıramadım bu vefasızlığı. Her şeyim zaten senin oğlum. Bir memurun ömürlük maaşıyla alamayacağı arabaya biniyorsun da şöyle bir iki hastane karakol soramadın mı babanı. Bunca zenginlik işe yaramadı ya ona yanıyorum asıl. Beni bir tımarhane köşesinde bir kasaba terk edip gittiniz. Şu ömrümde bir deli gömleği giymediğim kalmıştı.
Ayakları birden durdu. Bakışları donuk bir şekilde izledi sokağı. Artık bir adım daha atmaya cesareti kalmamıştı. Etrafına şöyle bir göz attı ama işe yarar bir şey bulamadı. Hastaneden aşırdığı dosyası elinden düştü savruldu etrafa. Eğitil toplamaya bile mecali yoktu. Bu cadde üzerinde olması gereken plaza yoktu işte. Plaza yoksa kâğıtların ne önemi vardı. Tiksinerek topladığı kâğıtlarla karşıdaki bankanın önünde sigara içen güvenliğin yanına koştu. Aldığı cevaplara önce güldü ama karşısındaki adam, ciddi bir yüzle istifini bozmadan duruyordu. Ne Kamil Beyzade isminde biri varmış burada ne buralarda şirketin olduğu bir plaza varmış. İnanamadı. Neler olduğunu anlamadan uzaklaştı oradan. Birkaç sokağa daha daldıysa da umduğunu bulamadı. Oradan oraya koşturması sonuç vermemiş şirketi buhar olup uçmuştu. Kaldırıma yığıldığı bir anda caddenin karşısındaki karakolu gördü. Neredeyse koşar adım son bir umut daldı içeriye. Çok değil on dakika sonra bilgisayar başında bir komiserin anlattıklarına inanmak daha da zordu. Ne demek Kamil Beyzade diye birisi yok. Öyle bir şirket hiç kurulmamış mı?Kolye aldığı Ayfer de mi yok. Sünnetine ünlüleri çağırdığı İsmail de yok, hala küçücük ellerinden tutup öptüğü kızı Pelin de yok. Ne oluyordu. Gerçekten Kamil olmadığını kabul etmek zordu. Dosyasındaki adrese isterse polisler onu bırakabilirdi. Gidebilecek durumda değildi. Bir polis arabasının arkasında başı cama yaslanmış kendini kaybetmiş düşüncelerle evine doğru götürülüyordu. Polis otosu yavaş yavaş şehrin merkezinden ara sokaklara sonra da kenar mahallelere doğru ilerliyordu. İlerledikçe götürüldüğü yeri daha da beğenmemeye başladı. Sonunda araba, hiç olmayacak bir yerde, bir çöp ve hurda dağının dibindeki barakaların yanında durdu. Polisleri görenler konteynırlarından üstü naylonla kaplanmış barakalarından çıkıp toplanmaya başladı. Plastik kokan bir ateşin etrafında ısınmaya çalışan ve saçı sakalı karışmış birkaç ihtiyar da ayağa kalkıp ne olduğunu anlamaya çalıştı. İçlerinden biri polis otosunun arkasındaki zavallıyı tanıdı. Koşarak o yöne doğru atılarak arabadan inmeye çalışan Salih’in kolunu tuttu. Cümleleri kısa ve anlaşılırdı.
‘’Salih’im evladım, geldin sonunda. Şükürler olsun. Hastanede bekledik ama görüştürmediler. Bilinci kapalı uyuyor falan deyip bizi kovdular. Sonra bizim Sosyete Basri, oradan geçerken seni sormuş. Akıl hastalıklarına sevk etmişler seni. Ta İstanbul’un öte yakası. Gelemedik de o yüzden. Tımarhane ne iş oğlum ne oldu sana?’’
Polisler, sert bir dönüş alıp gözden kayboldu. Arkasından bakan Salih de dönüp kendisine acıyarak bakanlara bir çift laf etmeden yanan ateşin başına oturdu. Etrafa ne kadar baktıysa da tanıdık bir şey bulamadı. Bir şeyler gerçekten ters gidiyor olmalıydı. Adı Salih’ti ve buraya aitti. Ama şu kendisine evladım diyen adamı ömründe ilk defa görüyordu. Buharı üstünde çayı eline sıkıştırıp gülen bu çocuğu daha önce rüyasında bile görmediğine emindi. Etrafındakiler, onun bu soğuk halini görüp hiçbir şey hatırlamadığını anladı. Herkes kendisiyle ilgili bir şey anlatıp onu uyandırmaya çalıştıysa da hem anlamak hem de kabullenmek zordu. Yıllardır kâğıt topladığı bu arkadaşlarının anılarını duyunca dehşete kapıldı. Anılar bir bir canlanıyordu. Gecenin ilerleyen saatinde onu odasına götürdüklerinde odasını hatırladı. Briketlerle örülmüş ve her tarafından hava alan bu iki göz evi unutamazdı. Yoksul odanın haline baktıkça içi acıdı. Tavandan sarkan sarı ışığın aydınlatabildiği kadarıyla eşyalarını hatırlamaya çalıştı. Duvarda asılı iş elbisesi. Bin yerinden delinmiş ve bir ölüyü andırıyordu. Tahta raflarda birkaç yamuk yumuk demir tabakla sararmış bardaklar dışında olmayan mutfak malzemeleri. Yerde devrik yatan bir tüp. Briketlerin üstünde kirli bir tava. Briketlerin aralığından sızan rüzgarı kessin diye asılmış bir Türkiye haritası. Basık ve sacla örtülmüş derme çatma bir tavan. Yatağının kenarında en son okuduğu kitap. Hani şu atmaya da satmaya da kıyamadığı ve can sıkıntısından okuduğu kitap. Kitabı görünce tüyleri diken diken oldu. Işığın vurduğu kapakta bir mutlu bir aile fotoğrafı vardı. Köşk gibi şatafatlı bir evin bahçesinde hizmetçilerin yemek getirdiği bir masada altın saçlarıyla gülen genç kız, dizilerden çıkma bir genç oğlan. Masanın başında ise altın bilezikli kollarını masaya koyan bir kadın ile göbekli bir adam. Tam bir mutlu aile tablosu. Kitabı yarım bıraktığı yerden açtı. Ayraç olarak kullandığı diş fırçasını kenara attı. Bir girdap gibi içine çekildiği romanın cümleleri tanıdıktı:
Kamil Beyzade, toplantının bitmesi üzerine koltuk altına sıkıştırdığı hediyeyle yavaş yavaş ve uykulu gözlerle arabasına doğru ilerliyordu.