Kadının sesinden…
Demir
Onu öldürmek istemiştim. Üstelik kendim yapamazdım bunu. Başka birinden yardım almam gerekirdi. Profesyonel birinden. Onu öldürecektim. Sadece onu değil, içimde yaşayan bu çift başlı canavarı. Cinayet gününe hazırlandım. Kalbi durduğu an, duracaktı kalbim. Bana ait olmayan hangi duygu varsa çıkıp gidecekti içimden. En çok da utancım. Utancımı öldürecektim. Koşulsuz teslimiyetimi, doyumsuzluğumu , ihanetimi.
Yeşil, soğuk bir odaya aldılar beni. Gözlerimi delen beyaz bir ışık yandı yüzümde. Ahmet’in gözlerini gördüm ışığın içinde. Uzaklardan sesini duyuyordum, onu en son bıraktığım yer kadar uzak.
Kalk o masadan Gülşah. Kalk…
Ses gittikçe yaklaştı. O kadar güçlüydü ki. Hemşirelerin yüzündeki paniği hatırlıyorum en son. Çığlıklarım ve kapıyı çarpıp çıkışım. Yapamadım. Öldüremedim Demir’i.
Bir yaz sabahı doğdu. Kucağıma aldım, kokladım. Aşkın kokusu. İlk kez elimi tuttu, baş parmağımı aldı usulca eline, sıktı. İncecik parmaklarına baktım. Ahmet’in elleri. İlk tutuşum geldi sonra aklıma.
“Parmakların, o kadar güzel ki. Senin gibi iri yarı bir adamın nasıl bu kadar ince parmakları olabilir.”
Gözlerine baktım, küçücük, kahverengi gözler. Ahmet’in gözleri. Üniversitede ders çalışırken, gözlüksüz ilk bakışmamızı hatırladım.
“Gözlüklerini çıkarsana Ahmet. Onları takınca, gözlerin daha da küçülüyor sanki…”
Demir’in gözlerinde hatalarım. Kanlı canlı karşımda duruyorlardı. Üstelik artık onlardan asla kaçamazdım. Vücudumda hayat bulmuş, bir bebeğin ufacık bedeniyle geçmişimi geleceğe musallat etmişlerdi.
Kadının sesinden…
Ahmet
Son hiç gelmiyordu. Bahanelerim hiç tükenmiyordu. Sarhoşluk, yalnızlık, mutsuzluk, gözleri, kokusu. Her seferinde biraz daha uzaklaşıyorduk sondan. Ama bu kez artık sondu! Bu Ahmet’e son gidişimdi! Son demişti oysa o da. Üniversite son sınıfta, Kadıköy’de bir barda. Küçücük gözleriyle, gözlerimin ta içine bakarken:
– Şımarıksın kızım sen. Bencilsin. Beni yıllarca istemedin. O Faruk denen sümsüğü sevdiğinden. Neyini sevdin lan , neyini. Biliyorum ben senin derdini, benden daha iyi yapıyor dimi. Zevkten inleten oydu dimi. Sadece arkadaşmış, ne arkadaşı lan ne arkadaşı. Köpek gibi aşığım sana ben!”
– Ahmet, yapma gözünü seveyim. Yıllardır birlikteyiz onunla. Nasıl ayrılırım, herkes düğün konuşurken. Nasıl bakarım annemlerin yüzüne sonra. Yapamam…”
– Siktir ordan be, canın sıkılınca çağıracağın fino köpeğin değilim ben senin. Bitti artık. Bu son konuşmamız!”
Ağladım, avazım çıkana kadar. Ellerini tutmaya çalıştım, çekti. Gitti.
Şimdi onun evindeyim. Bu yatak. Yıllardır burada. Benden başka kimler yatıyor acaba. Kıskanmaya hakkım var mı. Gözlerim bir resim, bir not, bir yazı arıyor. Görsem gerçeğe yaklaşırım belki. Üzerinde başka bir aidiyet taşıyan.
Ahmet’in kumral gür saçları, kokusu. Söylemek istediklerim boğazımda birleşip yeniden aşk doğuruyor sanki. “Keşke… zamanımız olsaydı. Ve dursaydı diğer zamanlar. Bizim dışımızdaki hiç kimse, hiçbir şey akmasaydı.” Geçmiş bugün, hayat o andı. Saniyeler de kelimeler gibi ardı ardına sustu sanki. Bir rüzgar çıktı aniden. Gözlerimi kapattım. “O kadar yalnızım ki… Hayır yalan söylüyorum. O kadar mutsuzum ki…Hayır yalan söylüyorum. Sadece aşığım, hep aşıktım .” Rüzgar, dudaklarıma kondu. Sıcacık. Bel kemiğimden omuriliğime esti. Sonra boynumda gezindi. Karşı koyamayacağım kadar güçlü, sürükledi beni. Olduğum yerden, olmak istediğim yere. Ahmet’in, buğulanan gözlük camlarının arkasında bir kavga başladı. Yine. Her sevişmemiz bir kavgaydı. Her kavga, uzakları daha da yakın ediyordu. Sonunda hep aynı çıkmaz sokakta buluşuyorduk. Sokağın tabelası yoktu. Sadece gecenin köründe sarhoşun biri büyük ama çok büyük harflerle duvarına kazımıştı: İnsanın kalbi kaç kişilik.
…
Ahmet elinde iki fincan kahve ile çıktı geldi. İki sigara çıkardı. Yatakta doğrulmamı beklemeden. Birini kendine yaktı, birini bana. Masumiyetini, böyle iri bir adamın asla sahip olamayacağı kadar ince, güzel parmaklarıyla bir kaz daha çalmıştı. Sağ elimdeki yüzüğe dokundu uzunca. Usul usul parmağımdan çıkarıp ilk tanıdığımda bu kadar da çok olmayan el çizgilerinin arasında gezdirdi onu. İki küçük harf döküldü avuçlarına. Önce G devrildi. Sonra F. F uzunca bir süre dolandı Ahmet’in avuç içinde. Sonra düştü, kırıldı. Sonra da bir tarih düştü yere Ahmet’in avucundan. F’nin yanından kopup.
Eve dönerken yere düşüp kırılan F’nin üzerine bastım, yanlışlıkla…
Gözlerimden iki damla yaş aktı.
İki gün sonra yaptığım testten Ahmet’in hiç haberi olmadı.
Peki ya…
Faruk
Bir yaz sabahı Demir doğdu. Faruk onu ilk kez kucağına aldı, kokladı. Aşkın kokusu. İlk kez elini tuttu, baş parmağını aldı usulca eline, sıktı. İncecik parmaklarına baktı. Gülşah’ın elleri. İlk tutuşu geldi sonra aklına.
“Parmakların, o kadar ince ki… Onlar senden bile daha güzeller Gülşah’ım.”
Gözlerine baktı, küçücük, kahverengi gözler. Gülşah’ın gözleri. Üniversitede ders çalışırken, ilk bakışmaları geldi aklına:
“Gözlüklerini çıkarsana. Küçük, güzel gözlerine dokunmak istiyorum …”
Demir’i, nazikçe hemşirenin kollarına bıraktı. Gülşah’ın yanına geldi, yatağın üzerine eğilip beline sarıldı. İrkildi Gülşah.
“Yepyeni bir hayatımız olacak. Seni çok seviyorum!”
Hastane odası, pembeler içinde, kafasında kırmızı kurdelası ile Gülşah… Şişmiş karnını içine çekmeye çalışarak uzun uzun baktı Faruk’a.
Demir’in ağlaması böldü sessizliği.
Faruk onu yeniden kucağına aldı, sarıldı: “Oğlum…”
Didem Boz
10.03.2014
Bir cevap yazın