O gün cesaretini toplayıp onunla konuşma fırsatı yakalamamış olsaydı, kimbilir belki de büyütürdü, hayalkırıklığını değil mutlu olmayı, iyi bir eş iyi bir sevgili olamamak hayatının en büyük başarısızlığı olmazdı belki de.
”Dışardaki dünya yenilenlerin dünyası değil miydi zaten, hayat bir başarısızlık anlatısı değil miydi”, diye söylenerek bir an için kendini avutmaya çalıştı.
Sanki DNA’sında bir gen yenilgiye ve başarısızlığa kodlanmıştı; gezdiği yerlerde toprak adeta çoraklaşıyor, eli nereye değse orada bir dal kuruyordu. İçinde birikmiş durgun ırmaklar sası kokuyordu, o kırmızı nehir denizine ulaşamıyordu bir türlü.
Kendi kendine konuşmaya başladı. Kelimeler çağrışımları, çağrışımlarsa zamanı geriye doğru kovalamaya başlamıştı. Zihni geçmiş zamanın peşinde otuz sene öncesine gitti. Hızla geriye sarılan film şeridinin bobinin bir yerinde bir engele çarparak kopması gibi, zaman Bornova’da bir otobüs durağında durdu. Anılar, sararan bir gül ile kırık bir tebessümü zamanın kalın kitabının sayfaları arasından çıkardılar.
Güneşli bir Bornova sabahında kampüse gitmek için durakta otobüs bekliyordu; herkes zaten ömür denen yolculuğun uğraklarında mutlaka bir yerde bir şey beklerdi; o gün Azra da öyle.
Azra Bulgar göçmeni, sarışın, ufak tefek bir kızdı. Ege üniversitesinde gıda mühendisliği okuyordu.
Mahir öylesine bakınırken, önünden süslü bir bisiklete binmiş, buğday tenli bir oğlan geçti, çocuğun gölgesi annesinin elinden tutuyordu. Telaşlı gölgeler, çocuk ve bisiklet, hatırlamanın akışkanlığını kesmişti. Mahir’le Azra’yı otobüs durağında unutmuştu.
Zaman uzak geçmişten ”şimdi”ye, garip bir yazgının sırtında, ışık hızıyla gelmişti. Yazgı dediği şey aslında, zamanı, insanları, Azra’yı, bisikleti, annesini, gözleri kanlanmış sarhoş babasının annesine kalkan yumruğunu, buğday tenli o çocukla etrafındaki tüm kalabalıkla gürültüyü yutarak sonsuz sessizliğin içine hapseden bir karadelikti.
O gün babasının annesini çok kötü dövmesinden sonra annesinin patlayan dudağından fışkıran kan sanki Mahir’in yüreğine açılan kesikten içeriye aktı; gök mavisi gömleğine bıraktığı lekenin zihninden bir türlü çıkmayan bir belleği vardı. Kanın hafızası onu, bir akşam vakti kanaması durmayan Azra’ya götürdü.
O gün durakta tanıştıktan sonra Azra’yla aralarında romanları bile kıskandıran yasak bir aşk başlamıştı. O günden sonra yaşamını ters-yüz eden ve kendisini sonu belirsiz girdaplara sürükleyen bir yolculuğa çıkmıştı Mahir. Zaman onları, aşk ile ayrılık, uzaklık ile yakınlık, ten ile ruh arasındaki ince ve belirsiz çizginin eşiğinde bir yere bırakmıştı.
Tenleri ve ruhlarıyla her gece büyük bir açlıkla seviştiler. Sevişirken Azra’nın bedeni adeta bir merhamet anatomisi çizerdi; merhamet duygusunun kalbinizi esir alacak denli güçlü olmaya başlamasının sınırında bir ürperti duyarsınız ya, ona benzer bir şey yürürdü Mahir’in ruhuna ve tenine. Kendi cinsel gücünden ve bu güçten aldığı zevkten mahcubiyet duyan bir kişiliğe bürünürdü.
Azra tutucu bir aileden geliyordu. Abisi Yahya kızkardeşini gözetlemekle görevlendirilmişti. Karşı siyasi kamptan olan Yahya Mahir’le hiç karşılaşmadı; ta ki o gece yolları o hastanede kesişene kadar.
O akşam Mahir eve geldiğinde Azra’yı savaş meydanında unutulmuş bir yaralı gibi mutfakta yatarken buldu.
Çok yakın birinin yaşadığı felaketlerden kaynaklanan acı ve hüzünden olabildiğince çabuk kurtulmak için çırpınan yüreğin sabırsızlığıyla Azra’yı kucakladı ve hemen bir taksi çağırdı; meraklı komşular olayı farketmişti. O güne kadar gizlice girdiği apartman dairesi, adeta rahmetlinin helvasını yemek için gelen insanların toplandığı bir yas evine dönüşmüştü.
Azra’yla aynı katta oturan memleketlisi Edremitli Sabriye hanım, ”aman Allah’ım”, diye bağırdı, avazı çıktığı kadar. Mahir o anda duygusal değil ama yaratıcı olan, ne istediğini bilen sabırla, gücü yettiğince, hatta gücünün bile ötesinde katlanmaya ve dayanmaya kararlı olunan bir adamlık duygusuyla kadına bağırdı:
-”Sakın kimseye haber vermeyin!”
Fakat kadının tam aksini yapacağını da hissetmişti. Hani olaylar karıştığında birilerine veya birilerinin vicdanına teslim olma hissi sarar ya içinizi, öyle bir çaresizlikle, savunusuz, kaderini mahallenin cadaloz Sabriye’sinin ellerine bırakmıştı.
Sabriye hanım onlar çıkar çıkmaz hemen polisi aradı, toplum ahlakından sorumlu(!) polis aileyi aradı, aile Yahya’yının içindeki kini dürttü, Yahya ise mafyavari arkadaşlarının siyaset sosuna bulanmış namus, avrat, silah ve kan itkilerini; silahlandılar ve ava çıkan kalabalık bir kurt sürüsü gibi hastanenin bahçesinde pusuya yattılar.
Azra’yı hemen ameliyata aldılar. Mahir Azra’nın ameliyattan çıkmasını beklerken polisler geldi. Polisler doktorlardan, düşüğe bağlı hemoraji tanısını işittiler, aynı teşhisi Yahya da işitti.
Mahir Yahya’yı görünce bir yabancının önünde çırılçıplak yakalanmak gibi insanın ruhunu savunusuz bırakan bir duyguyla karşı karşıya kalmıştı. Ama sevgilisi hakkında duyduğu endişe, kalbin sabırsızlığına benzer o uğultulu bekleyiş, tüm korkularını bastırır nitelikteydi.
Bir saate yakın orada beklediler, kapılar açıldı, kapılar kapandı, en son bir kapı, bir daha açılmamak üzere kapandı.
Doktor:
-”Maalesef buraya getirildiğinde çok kan kaybetmişti”, dedi.
Mahir bu sözleri işitirken zaman ağırlaşmıştı; sanki çocukluğundan beri hizmet edip kulu kölesi olduğu bir tanrı ona adadığı dualarla birlikte ölmüştü.
Azra Mahir için hani insanın yaşamı boyunca ancak bir defa yazıp, bir defa alabileceği türden bir mektup gibiydi. Hiç bir zaman yanından ayrılmayacağına dair kendine yalan söylemişti. Fakat o yalan o günden sonra hayatta kalırsa her gece içini kemirecekti, bunu hissediyordu. Biliyordu ki, kalbinin uğultusu, bundan sonra içini çizen tiz bir çığlık gibi peşini bırakmayacaktı.
Kanı teninden fışkırmak ister gibiydi. Kulakları uğulduyor, kendini nefessiz hissediyordu, hava lazımdı şimdi, bir yudumcuk hava. Ağaçların arasında gece o an o kadar ağır mıydı? Azra’nın ruhu rüzgar kaçışlarında küçük bir ormanın sırrına karışmıştı; serin bir esinti ağaçların dallarına dolandı, kımıltısız yapraklar dalgalandılar.
Nasıl ki bitkiler seranın sıcak ve tropik ortamında hızla gelişirse, aşk ve ayrılık denen o sıcak ve nemli toprakta bir sarmaşık da hızla büyüyüp serpilerek her yanı kaplamış ve soluk bile alamayacağı şekilde boğazını sıkmaya başlamıştı.
Kınından çoktan çekilmiş sustalı ayrılıkla kınında saklı birliği, yaşamla ölümü, hayatın kendisinden esirgediğini bir başkasına bahşetmiş olmanın gönencini, başka birinin kendisine bağışladığı sevgiyi uzun yıllar parmağında elmastan bir yüzük gibi taşımıştı. Fakat hayatının tek saadeti, tek manası gitmişti sonunda. Çocukluğunun annesiz kalmak korkuları depreşti içinde.
Kafasında evirip çevirdiği bir hayat dersi kalmıştı geriye: Bir gün herkes gider.
Yanındaki polisin dalgınlığından yararlanarak silahını aldı, şakağına götürüp tetiğe bastı. Deli bir kurşun kafesin kapısını açtı, ama kuş uçmak istemedi.
Mahir Azra’da bıraktığı başlangıçlarına doğru o uzamdan hızla uzaklaştı.
Hastanenin yeni parlatılmış zemini üzerinde küçük bir kan göleti oluştu, kanın hafızası, annesini unutmaya bir adım kala bisikletli çocukla paralel ilerleyen gölgeye bağlandı, gölge çocuğun elini bıraktı, çocuk bisikletten düştü, kan zamanı askıya alıp yazgının düğümlerini çözdü…
Bir cevap yazın