Tak tak tak…
“Ne oluyor anne?”
“Bilmiyorum kızım, sen uyumaya devam et”
Birlikte zorlukla sığdıkları yataktan kalktı, battaniye ile kızın sırtını sıkıca örttü. Üzerine şalını alıp, kapıyı açtı.
“ Kirayı alamıyorum dört aydır. Ya şimdi ödersin, ya da kolundan tuttuğum gibi atarım sizi dışarıya.”
Yüzüne çarpan bu sözlerle zorlukla aralamaya çalıştığı gözleri sonuna kadar açıldı. “Bağırma çocuk uyuyor” diyebildi sadece kapı aralığını azaltırken.
“Bak bu aradaki evlerin hepsi boşaldı. Neden? Çünkü kirayı ödemediler. Bu ne demek oluyor. Benim için ne bir eksik ne bir fazla… Artık önemi yok. Ya ödersin ya da gidersin buradan”
Kadın içeri girdi. Raftaki kutuyu masaya ters çevirdi ve çıkan bütün parayı toplayıp, kapıdaki ev sahibine götürdü. Adam aldığı parayı saydı. Sonra kadına dönerek “Bu çok az. Bir aylık bile değil. Bunu kabul edemem” dedi kararlılıkla.
Kapıda bekleyen sinirli, şişman adama biraz da sesini yükselterek “Merhamet kalmamış yüreğinin hiçbir zaman yumuşamayacağını biliyorum. Kapa çeneni şimdi. Tamam, haftaya tüm paranı ödeyeceğim merak etme. Hadi git şimdi, kızımı uyandıracaksın” diyerek içeri girip kapıyı kapattı.
Sırtını kapıya dayayarak yere çöktü. Bağıran adamın tehditleri boş sokakta yankılanmaya devam ederken, yumruğunu ısırdı ve hıçkırıklarını kızına duyurmadan içi rahatlayana kadar ağladı. Annesinin öldüğü, sevdiğinin gittiği veya kendisine yapılan onlarca eziyete katlandığı zamanlarda olduğu gibi temizlik yapmak istiyordu. Su faturasını ödeyemediği için iki sokak ötedeki çeşmeden doldurduğu kovadaki suyla bütün evi temizleye girişti. O kadar sinirle temizlik yapıyordu ki yataktan kalkan kızının üstünü bile görevmiş gibi değiştirdi. Küçük Senem ev sahibinin geldiği, yakacak almaya gittikleri, öksürdüğü veya acıktığı zamanlarda annesinin temizliğe giriştiğini bildiğinden onu daha fazla üzmemek için hiçbir şey söylemeden pembe elbiseli bebeği ile ki onu da çöpe atılan eşyaların arasından almışlardı, mavi halının üzerine oturup, sessizce oynamaya başladı.
Hızla yerleri ovuyor, kovanın içine bezi sokup tüm gücüyle sıkıyordu. Bir saat geçmemişti ki küçük kız seslendi. “Anne, çok acıktım.” Kadın bir hışımla kızına döndü, o güzel yüz, narin eller ve iri ela gözler yüreğini yumuşattı hemen, ağzına biriken sözler biranda yok oldu. Sevgiyle gülümsedi. Sonra masanın üzerinde kâğıda sarılı duran ekmek ve peynirinden oluşan sandviçten kalan son küçük parçayı alıp, koltuğa oturdu. Eliyle kızına yanına gelmesini işaret etmesiyle birlikte kâkülleri alnını kaplayan küçük Senem siyah çoraplarıyla daha da ince gözüken bacaklarını kıvırarak zorlukla ayağa kalktı, kucağındaki bebeği unutarak koltuğa koştu.
“Az kaldı kızım kurtulacağız merak etme. Çok yakında bu kapıdan talihimiz içeri girecek ve onun varlığıyla artık içeride kalamayacak olan tüm acılarımız, yoksulluğumuz ve çaresizliğimiz çıkıp gidecek.” Küçük kız evde kalan son yemeği küçük lokmalarla yavaş yavaş yutarken annesinin yüzüne bakarak “ Talih kim anne?” diye sordu. Kadın önce derin bir iç çekti, “Çok uzun zamandır beklediğin şey kızım” dedi. “Babam mı gelecek yani anne”. Bir süre koltukta sevgiyle bağrına bastırarak kızının kahverengi uzun saçlarını okşadı kadın, sıcaklık soğuktan morarmış parmakları ısıttı. “Hadi bebeğinle oyna sen” diyerek ayağa kalktı. Kapağı gıcırdayarak açılan eski dolabı açıp, sadece zenginlerin evlerine temizlikçi aldıklarını duyduğu zamanlarda daha güzel görünebilmek için giydiği pembe eteğini, siyah gömleğini çıkartıp, giyindi. Dişleri kırılmış tarakla saçlarını tarayıp, arkadan topladı. Bu akşam da o iki akşam önceki adam gelip benden faydalanmadan yiyecek ve para verir mi ki dedi içinden. Sonra imkânsız bir şey düşündüğüne inanarak başındaki bulutları dağıtır gibi elini havada savurdu. “Bana atılan iftiralar gerçek mi olacaktı yani” dedi iç geçirerek. Camsız evinin önüne çıkıp, etrafı izlemeye koyuldu. Yoldan salınarak geçen fahişeleri, onlara ağzı açık bakan ergenleri, taş atan çocukları izledi uzun süre sonra nefes alamayacağını hissederek taş döşeli yola doğru baktı. Hemen içeri girip süpürgeyi alarak, taş sokağı süpürmeye başladı.
Kabanının yakasını düzeltip, gelen boş taksiyi durdurup biran önce işe koyulmak için etrafa bakınırken ince hatlara sahip suratını daha da belirginleştiren şapkası ve yakası kürklü montuyla elini kaldıran otuzlu yaşlardaki adamın kendisine bağırdığını duydu. “Hey, Harun! Sen misin? “. Yüzünü çok fazla seçemediği adama doğru yaklaştı. Tanımıştı, Melek’in ihanetini öğrendiği zaman geçirdiği buhranını atlatmak için kaldığı hastanedeyken bahçede tanıştığı arkadaşı Mehmet’ti. Kollarını iki yana açarak, yüzünde beliren gülümsemesiyle iki arkadaş yıllar sonra birbirlerine sıkıca sarıldılar. “Hangi rüzgâr attı seni buralara” dedi Mehmet, çok uzaktaki görmediği arkadaşını İstanbul’da görmenin verdiği şaşkınlıkla. “Özel bir iş için geldim.” dedi Harun, bakışları yere dönük, ayrıntı vermekten kaçınarak. Sonra çok sevdiği arkadaşına dönerek, mutluluktan kapanmayan ağzını zorlukla toparlayarak “Bu akşam benim misafirimsin, ona göre. Bahane istemiyorum” dedi ve ekledi. “Benim küçük bir işim var. Tarlabaşı taraflarında bir mahalleye gideceğim. Gerçi sana uygun bir yer değil ama sende benimle gelir misin? İşimi halledeyim. Şöyle güzelce kafa çekmeye gideriz ne dersin?”. Harun yıllar sonra birbirini gören iki dostun, aynı gün aynı yere gitmesinin altında yatan tesadüfü merak ederek şaşkınca “Ben de oraya gidecektim zaten” diyebildi. Hem konuşup hem de sürekli etrafı kolaçan eden Mehmet, müşterisini yeni bırakan bir taksi gördü. Kolunu havaya kaldırarak, şoföre gelmesini işaret etti. Havaya kalkan paltosunun altından, eskimiş pantolondaki delikler göründü. İki arkadaş önce birbirlerinin yüzüne anlamsızca baktılar. Sonra yüzlerine yansıyan şaşkınlık, sevinç ve heyecanla arabaya bindiler.
Mehmet heyecanla kızarmaya başlayan yanaklarıyla dışarıya bakarak “Ben evlenme teklifi etmeye gidiyorum eski mahalleye” dedi. Harun ciğerlerini dolduran sevinçle kocaman bir kahkaha patlattı. Sonra gülümseyerek “Harika, çok sevimdim. Kim bu şanslı kadın?” dedi. “Geçen gece arkadaşlarla eğlenmek için gittiğim barda tanıştım. İri kahverengi gözleri ve çekingen tavırlarıyla diğer hayat kadınların arasından hemen fark ettim onu. Acıdım haline. Hemen kolundan tutup, masama oturtturdum. Israr etmeme rağmen masa da olan yiyeceklerden hiç birini yemedi. Sorularıma verdiği birkaç evet hayır dışında da pek konuşmadı önce. Ama sonradan rahatladı, açıldı. Uzun uzun konuştuk. Sonra tam masadan kalkarken enteresan bir şey yaptı. Önce benden izin aldı. Sonrada eteğinin beline sıkıştırdığı bir kâğıt çıkarttı ve tabaktaki yiyeceklerin hepsini içine koyup, sardı. “Aaaa! O kadar mağdur demek ki! Yazık ya!” dedi Harun. Mehmet büyülenmiş gibi anlatmaya devam ediyordu. “O kadar güzel, o kadar vakurdu ki sabaha kadar uyuyamıyorum. Sürekli onu düşünüyorum. Sonunda kararımı verdim. Bu kadına yardım edeceğim. O batağa batmaması için onunla evleneceğim.. O kadar zor durumda olmasa o iğrenç işi yapmaya kalkmazdı değil mi?” dedi. Bakışları boşluğa asılı sabit gözleriyle onu dinleyen Harun yöneltilen soruyla birlikte kendine geldi. “Belli olmaz kadınların neler yapacağı Mehmet” diyebildi.” Kadınlar, erkeklere eziyetten başka ne yapıyorlar ki. Melek’e bak. Askerliğimi tamamlamam için beni iki sene bile bekleyemedi. Hatta evlendiğini söyleyerek, mektuplarıma bile cevap vermedi. Üzüntüden ne kadar çok hastalandım kaç gün hastanede yattım. Biliyorsun. Sahi senin böbreklerin ne durumda iyi bakıyor musun onlara?” dedi. “İyiyim, çok şükür. Sadece üşütmemem gerekiyor. En ufak bir hatanda kurtulamazsın demişti doktor biliyorsun. Ben de bu nedenle çok dikkat ediyorum. Peki, ne durumda şimdi Melek? Ondan haber alabiliyor musun?“ diye sordu arkadaşının durumunu merak ederek. “Benim gitmemi fırsat bilip, birkaç ay geçmemiş o pislik kasapla evlenmiş. Altı ay sonra adam ölünce de sayısız erkeği evinden çıkarken görmüşler. İki senedir, izini sürüyorum. En son öğrendiklerim beni buraya, o mahalleye kadar getirdi. Öğrendiğime göre burada fahişelik yaparak hayatını kazanıyormuş. Hatta belki senin şu evlenmeyi düşündüğün kadın onu tanıyordur. Ne dersin?” dedi. Mehmet karşında oturan, acı içinde kıvranan arkadaşına baktı, sevdiği kadını bulup mutlu olmasını diledi içinden. Sonra umudunu kırmamak adına “Bilmem.” diyerek geçiştirdi.
Tarlabaşı’nın arka sokaklarına geldiklerinde birbirlerinin gözünün içine baktılar. Birini yeni bir başlangıcın, diğeri de bir sonun heyecanı sarmıştı. Arabadan inip, çoğunluğu çıkmaz sokaklarından oluşan koridora benzer yollara heyecanla girip çıktılar. Labirente benzer daracık sokakların arasında kapandaki fare gibi dolaştılar. Bir süre sonra yolun kenarında durup, hayal kırıklığının ağırlığı çökmüş omuzlarıyla kafalarını önlerine eğmiş konuşmadan dinlenmeye başladılar. Harun sırtını duvara dayadı, öne düşürdüğü şapkasıyla Melek’i bulamamış olmanın sinirini bastırmaya çalışırken, Mehmet de yere bakıyor, ayağıyla yerdeki taşlarla oynarken Canan’ı o gece ısrar etmediği, onu eve bırakmayı kabul ettiremediği için kendine kızıyordu. Derken beyaz etekleri yere sürünmekten kirlenmiş uzun saçlarını pembe tokasıyla yukarıdan toplamış bir kadın önlerinden süzülerek geçti. Harun “Melek” dedi içinden geçen silueti benzeterek. Hızlıca yürüdü, uzaklaşan kadının kolundan tutup kendine doğru çevirdi. Kadın avazı çıktığı kadar bağırdı. “Ne oluyor be!”. Kadının çığlığı onu kendisine getirmeye yetmişti. “ Sen o değilsin.” dedi kafasını öne eğerek. Dar sokağı çınlatan çığlıkla arkasını dönen Mehmet, hemen kadını tanıdı. Koşarak yanına geldi. “Tamam, tamam, arkadaşım buraların yabancısı” dedi. “Canan’ı nerden bulabilirim, söyler misin? Geçen gün barda birlikte görmüştüm sizi.” diye sordu. “Canan mı? Hı Canan…” dedi kadın şaşırarak. “Nerede oturduğunu biliyor musunuz? Onu bulmalıyım da…” dedi. Kadının şüpheci tavırları sonrasında da “Hani benim masamda oturmuştu hatırlıyor musunuz? Küpelerini bende unutmuş. Onu vereceğim. Kötü bir niyetim yok” diyerek kadını yumuşatmaya çalıştı. Sonra elini cebine sokup, iki parmağının arasında tuttuğu kâğıt elliliği kadına uzattı. Kadın el kol hareketleriyle süslediği tarifinin ardından beşliği sutyenine yerleştirip, kıvıra kıvıra yoluna devam etti. Mehmet heyecanlanmıştı. Koşar adımlarla kadının tarif ettiği yerdeki eve gittiler.
Caddenin başında durmuş, sokağı süpüren kadına bakıyorlardı. Kadın pembe eteğinin üzerine düşen siyah şalının püskülleri bir ileri bir geri hareket halindeki bedeniyle ahenkle sallanıyordu. Dar sokağın başında duruyorlarken Harun Mehmet’e dönerek “Sen git konuş Canan’la. Ben bakmadığımız diğer sokaklara bakıp, yanına gelirim.” dedi. “Canan” diye bağırdı Mehmet. Kadın ilk önce kendisine söylendiğini anlamadan işini yapmayı sürdürdü. Yinelenen sesle bara gittiği zaman ki kendisine taktığı takma isim aklına geldi, doğruldu Kadın istemsizce arkasını döndü. Soğuktan pembeleşen yanakları, beyaz tenine canlılık katmıştı. Mehmet kadının bu çaresizlik sinmiş pis, dar sokakta nasıl parladığına şahit olduğu an aldığı kararın doğruluğuna bir kez daha emin oldu. Kadın sırtını kapıya dayadı, bir eliyle belini destekledi, diğeriyle de pembe eteğinin üzerine düşen siyah şalının uçundan tuttu. İri kahverengi gözlerini sonuna kadar açarak “Bu o…” dedi içinden. İnce hatlara sahip suratını daha da belirginleştiren şapkası ve yakası kürklü montuyla Mehmet kadına yaklaşarak “Merhaba, seninle konuşmak istediklerim var. Bu nedenle buraya geldim. Rahatsız etmedim ya.” dedi içeriyi süzerek. Kadın zorla kaldırdığı eliyle içeriyi göstererek “Buyur” diyebildi. Sonra gözleri ile bir süre daha yolu süzdükten sonra kendisi de içeriye girdi, “Otur rahatsız olma.” derken kapıyı kapattı. Mehmet alelacele sandalyeye oturdu. Sonra eliyle diğer sandalyeyi göstererek, heyecanlı kadında da oturmasını istedi. Siyah başlıklı yatağın üzerinde oturan küçük kıza bakarak “Kızınız galiba. Çok güzelmiş” dedi. Kadın donuk gözlerini sabitlediği noktadan hiç ayırmadan kafasını salladı. “Nasıl buldu beni?” dedi içinden. Sonra kendisine bir şeyler anlatmaya çalışan adamı dinliyormuş gibi görünerek kendisiyle hesaplaşmaya başladı.
Sinirli miydi? Sevinçli miydi? Yoksa kızgın mıydı? Anlayamadım ki…
“Diğer sokaklara göre burası çok tenha. Sizden başka burada oturan yok değil mi?
Beni buldu sonunda. Kurtulduk. Özlem, hasret, bekleyiş hepsi son buldu nihayet.
Neyse… Korkmuyor musunuz tek başınıza burada… “
Ne kadarda çok ulaşmak isteyip de ulaşamamıştım. Evlenir, unutur sanıyordum. Ama unutmamış gelmiş.“
Iııı… Ben de uzun zamandır yalnız yaşayan biriyim. Seni görene kadar da öyle devam eder sanıyordum ya.”
Babasının hakkımda çıkarttığı dedikoduları, bana nasıl iftira attığını anlatırım.
“O günkü halin beni çok etkiledi. Seni diğer kadınların arasında gördüğümde ne kadar farklı olduğunu anlamıştım. Bardaki garson ilk gecen olduğunu söylediğinde de sana yardım etmeye karar verdim.”
Torununa hamile olduğumu bile bile nasıl beni tehdit ettiğini, dövdüğünü anlatırım. Hem kaçmama da kızmaya hakkı yok ki…
“Bak çok tatlı bir kızın var. O batağa bir kez saplanırsanız bir daha kurtulmak isteseniz de çok zor olur. Hem bu yavrucağın hali ne olur? Allah korusun! Onun sadece sıcak bir yuvaya ihtiyacı var.”
Yapılan zulme daha fazla dayanamadım. Ne yapabilirdim ki. Hem kaçmasaydım çocuğumuzu da kaybedecektim.
“Ben Sirkeci İstasyonu’nun karşısındaki yeni yapılan inşaatta çalışıyorum. Lüks evler inşa ediyoruz. Çok fazla bir getirisi yok ama idare ediyorum. Sosyal güvencem var. Seni ve kızını asla mağdur etmem, bilesin.”
Ondan başka kimseyle olmadığımı bilirse belki yumuşar, benle gurur bile duyar.
“Lütfen evlen benimle. Karım ol.”
“Efendim?”
“Biraz şaşkın olduğunu görüyorum. Çok düşüncelisin. Ama endişelenme. İyice bir düşün. Üç gün sonra Pazar günü Haliç Köprüsünde, saat iki de buluşalım. O zaman bana kararını açıklarsın olur mu?”. Kadın şaşkınca başını salladı, hemen ayağa kalkıp kapıyı açtı. Mehmet yanakları kızarmış kadının tam önünde durup, son bir kez güzelliğini izledi. Sonra şapkasına elini götürerek selam verdi geldiği gibi biranda gözden kayboldu.
Kadın kapıyı kapatıp, sırtını kapıya dayadı. Heyecandan yüreği ağzına geliyordu adeta. Vücuduna yayılan adrenalin arttıkça yüzü kızarıyor, elleri, dudakları titriyordu. Çok geçmeden kapı çalındı. Tık tık… Önce üstünü başını yokladı. İki eliyle dağılmış olduğunu düşündüğü saçlarını düzeltti. Gülümseyerek, yavaşça kapıyı araladı. Gelen Harun’du. Genç adam “Seni üç sokak ötedeki çıkmaz sokağın orada bekliyorum.” dedi ve hızla uzaklaştı. Monica, kapıyı kapattı. Umudunun yerini korku alırken ağzından şu sözler döküldü. “Bizi… Buldu.”. Hızla kızının yanına gitti, alnına bir öpücük kondurdu. “Annen şimdi gidiyor. Ama birazdan babanla geri dönecek kızım.” dedi. “Belki seni öğrenirse biraz olsun yumuşar.” Sonra onu evde yalnız bırakmak zorunda olduğu zamanlarda yaptığı gibi kapıyı üstünden kilitleyip, üç sokak öteye, beş yıl önce gördüğündeki kadar yakışıklı olduğunu düşündüğü adamın yanına asla kalbinden silemediği aşkının cesaretiyle yürüdü.
Arkası dönük, elleri ceplerinde bekleyen Harun’un soğuktan buharlaşan nefesi burun deliklerinden fışkırıyor, kızgın bir boğayı andırıyordu. Meryem süzülürcesine yaklaştı sevdiğine “Merhaba” dedi. “Seni bulamayacağımı sanıyordun ama buldum gördün mü?“dedi adam sertçe. Kadın konuşmaya hazırlanıyordu ki adamın birbirine kenetlenmiş dişlerinin arasından şu sözler döküldü. “Kapat o pis ağzını”. Meryem elleriyle yüzünü kapatıp hıçkırarak ağlamaya başlamıştı ki “Ne gözyaşların yumuşatabilir kalbimi, ne de o güzelliğin. Tüm duygularımı öldürdün.“ dedi adam tüm gücüyle göğsüne vurarak. “Yok ettin, parçaladın hayatımı. Oysaki güzel bir evimiz, mutlu bir yaşantımız ve çocuklarımız olabilirdi.” dedi sinirle. Çok geçmemişti ki bacakları artık bedenini taşıyamaz hale gelen kadın, sırtı duvara dayalı, olduğu yere çöküyordu ki “Kalk ayağa, kalk dedim sana fahişe” diye bağırarak omuzlarından tuttuğu gibi kadını yukarı kaldırdı adam. “Bu numaraların bana sökmez artık. Şimdi de Mehmet’i kandırmışsın. Onun da mı hayatını karartacaksın. Buna izin vermeyeceğim. Bir can daha yakmana izin vermeyeceğim.” dedi ve cebinden çıkarttığı bıçağı kadının karnına sapladı.
Kan karanlık taş sokaktan aşağı akarken son bir kez göz göze geldiler. Meryem güçlükle avucunu açtı anahtarı göstererek son bir umutla “Senem” diyebildi. Harun hiçbir şeyi düşünemiyor, göremiyor, hissedemiyordu. Kininden kör olmuş gözleriyle gördükleri bile kalbini yumuşatamıyordu. Ölürken Meryem’i kendisine emanet eden annesinden bahsettiğini sanarak “Boşuna.” diye bağırarak kadını yere fırlattı. “Beni yumuşatabileceğini zannetme!” Sonra ardında bıraktıklarını umursamadan hızla uzaklaştı. Kadın kanlar içinde kimsenin fark etmediği sokakta küçük kızının hayaliyle can verirken gözünden son bir damla yaş süzülüp yere damladı.
3 gün sonra…
Mehmet sabah erkenden uyanıp, hazırlandı heyecanla Haliç köprüsüne gitti. İstanbul şiddetli bir yağmurun etkisi altındaydı. Ama Mehmet’in umurunda bile değildi. Yeni bir hayata başlama ihtimali bile damarlarındaki akan kanı hızlandırmaya yetmişti. Vücudundan çıkan alev giysilerinin ıslaklığını hissetmesini engelliyordu. Saatlerce bekledi. Acıktı vazgeçmedi, sabretti. Üşüdü vazgeçmedi, dayandı. Ama gelen giden yoktu. Çaresiz evinin yolunu tuttu.
Mehmet’in kemiklerine işleyen soğuk yıllardır pusuda bekleyen rahatsızlığını tetiklemişti. Güncelerce ateşler içinde kıvrandı durdu. Yüreğindeki sızı bedenen hissettiğinden daha ağır dayanmaya çalışıyordu. Harun’un ısrarlarına rağmen hastaneye gitmeyi de kabul etmiyordu.
Harun arkadaşının durumundan endişeliydi. Kafasındaki düşünceleri dağıtmak, onu bir nebze de olsa neşelendirmek istiyordu. Televizyon açtı. Eğlenceli bir şeyler bulmak istiyordu. Kanalları değiştirirken Mehmet gördüğü bir görüntüyle birden bağırdı. “Haberleri aç hemen!” Ekranı kaplayan Melek’in buğulu bedeninin üzerinde küçük Senem’in gülen vesikalık resmi. “Üç gün önce öldürülen fahişenin cesedi bulundu. Evinde yapılan aramada dehşet bir manzara ile karşılaşıldı. Onu beklerken küçük kızı Senem de açlıktan ölmüştü. Daha beş yaşındaydı.”
Harun duyduklarının etkisiyle daha önce hiç hissetmediği bir duyguyla olduğu yerde çivilenmişti. Mehmet “Demek gelemedi.” dedi içinden. Harun “Senem mi?” dedi şaşırarak. Melek de Senem kucağında onlara baktı en tepeden.
Bir cevap yazın