Yüreklerin sevdası kuş misalidir aslında… Sadece sevdiğine kanatlanır. Bir serçe, bir
güvercin, belki de bir martı… Ya da kısacık ömrüyle bir kelebek… İçerde, taa en derinde bir
çoban alevi yakarcasına sevdalanır sevdalılar. Göğüsleri daralır, nefesleri düğümlenir. En adi,
en acımasız kelimeler bile değişilmez gelir o an. Ne yapsa, ne söylese coşku yaratır bedenin
her zerresinde. Belki de uyuşmuş bir bağımlılıktır. Göz yaşartan, acı veren, öte yanda da
en büyük hazla vazgeçilmeyen… Belki de en büyük düşmandır, ya da en büyük mutluluk…
Ama net olan dünyada hiçbir gücün, hiçbir varlığın ve hiçbir somut öfkenin vermediği sızıyı
yaşatır bizlere. Öyle ya hangimiz hesap ederiz ki mutsuzluğu, acıyı, kaybedişi… Sadece sol
yanımızdaki ağırlığa, tatlı haza kilitlenir kalırız. Sanki mey sarhoşluğu yaşar yüreklerimiz.
Aymaz, görmez… Hatta dağlara, taşlara, tüm kainata yazmak isteriz sevdamızı. Bazen de
suskun şarkılara dönüşürüz. Kelimelerin anlamını, kavramını, sıcağını yitirdiği deli bir
suskunluğa… Öyle dilsiz, öyle hayalsiz, duygusuz… Ama biliriz ki sevdamız hep yürekte,
hep içimizde sıcacık… hani aşkı taşa yazsan, taş ağlar derler ya; taş ne anlar ki sevdadan,
sevmekten. Sevda, yürek işidir. Cesaret işi, sabır taşılıktır.
Gülnaz’da sevmişti işte. Belki kendince Leyla olmuştu Mecnun’u karşısında.
Yüreğindeki sevdayla çöllere meydan okumuştu. İsimsiz, anlamsız, niteliğini yitirmiş
kelimelere can vermişti minicik yüreği. Öyle ki bedenini saran aşk fırtınası, kocaman bir
okyanusa dönüşmüştü. Halbuki derin sevmeler hep sırdır, hep gizdir. Herkesten, her şeyden,
hatta tüm dünyadan saklanır. Ama Gülnaz dayanamamıştı. Susturamamıştı içindeki sessiz
çığlığı. Söz dinletememişti kapan kurmuş kelimelere. Sağanak gibi akan göz yaşlarıyla
‘’Ben de seni seviyorum Cem.’’ Demişti. Çok direnmişti halbuki. Çok canını yakmıştı. Hatta
aşağılamıştı bile. Basit, alışılagelmiş, sıradan bir insandı önceleri. Ama zamana, sabra ve
aşka yenilmişti. Kaptırmıştı yüreğini sevdaya. Yani Cem’e. Yani aşka. Yani… Yani dünyanın
en özel hazzına… Ve elini tuttu Cem’in. Parmaklarını birleştirdi parmaklarıyla. Ardından
gözlerine baktı, gülümsedi. Artık her şey değişmişti. Zira ‘’Benim aşkım ikimize de yeter.’’
Diyen adam, gerçek bir sevdaya yelken açıyordu. Her şey yeniden başlıyordu onun için.
Gerçek bir sevgi, gerçek bir mutluluk, gerçek bir aşk…
O günden sonra sürekli görüşür olmuşlardı. Her fırsatta bir araya gelerek vakit
geçirmeye başlamışlardı. Genç adam aşkının heyecanıyla titriyordu sevdiğinin üzerine. Hatta
romantik, hoş sürprizlerle ruhunu okşuyor; mutluluğuna mutluluk katmasını sağlıyordu.
Gülnaz ise bu şaşırtıcı farklılıklarla hayatının en büyülü dakikalarını yaşıyordu. Her geçen
saniye Cem’e fazlasıyla yakınlaşıyor, kurtulması mümkün olmayan görülmez bir bağla
bağlanıyordu. Zira derin, büyük bir aşk vardı artık aralarında.
Cem, İstanbul Teknik üniversitesi maden mühendisliği bölümünden mezun taze
bir mühendisti. Stajını tamamladıktan sonra tanıdıklarının vasıtasıyla Soma’da profesyonel
olarak ilk iş tecrübesine adım attı. Hatta altı ayını tamamlamıştı bile. Buna rağmen mesleğine
ısındığı söylenemezdi. Bir türlü sevememişti yaptığı işi. Yerin altına girmek ona göre
diri diri mezara girmekten farksızdı. Üstelik kilometrelerce derinlikteydi. Her yer taş,
toprak, kömürdü. Hiç içine sinmiyordu böylesi. Ama yapabileceği bir şey yoktu. Kaderi
böyle yazılmıştı. Kapitalist dünyanın onun için biçtiği rol buydu. Aslında bırakmayı bile
düşünmüştü bu işi fakat; aldığı eğitimi, edindiği staj tecrübelerini ve yaptığı araştırmaları hiçe
sayamıyordu. Ömrünün büyük bir bölümünü harcadığı bu yolda yeniden başa dönemezdi. O
kadar cesareti ve gücü yoktu.
Gülnaz ise gencecik, alımlı haliyle yeni atanmıştı Atatürk ilkokuluna. Kamu
Personeli Seçme Sınavına çok çalışmış, emeğinin karşılığı ile yerleşmişti bu bölgeye.
Ailesini, sevdiklerini, akrabalarını geride bırakarak gelmişti. Ama özlemden çok heyecan
vardı yüreğinin derinliklerinde. Yeni nesiller yetiştirmeye başlayacaktı artık. Minicik
çocukların geleceğin mimarları, mühendisleri, öğretmenleri olabilmesi için uğraş verecekti.
İlk eğitimlerini verecekti kısaca.
Ve kader, gençlerin yolunu Soma’da bir araya getirmişti. İkisi de bulundukları
bölgeye yabancıydı. Alışılagelmiş hayatlarından uzaktılar. Hep oturmuş, düzenli bir
hayata sahiptiler. Bulundukları ortamdaysa geçmişteki yaşantılarından eser yoktu. Her şey
sorundu, sıkıntıydı. İmkansızlıklar, olumsuzluklar diz boyuydu. Buna rağmen direnmelerinin
gerektiğini de biliyorlardı. Öyle de olmuştu zaten. Bir bukalemun gibi bulundukları ortama
ayak uydurmuşlar, kısa zamanda tüm farklılıkları gidererek halkın arasına karışmayı
bilmişlerdi.
Günlük telaşlarına ara verdiklerindeyse bir cafede göz göze gelmişlerdi. Plansız,
programsız, tamamen kaderin işi olarak nitelendirilebilecek bir tesadüftü karşılaşmaları.
Gülnaz oturduğu masadan kalkmış hesabını ödemek için görevlinin bulunduğu bölgeye
ilerliyordu. Cem’se dikkatsiz bir şekilde içeriye girmişti o sıra. Ve ansızın göz göze
gelivermişlerdi. Gülnaz, engin bakışlarıyla Cem’in içinde bir yerlere değmişti sanki.
Görülmez yerlerinde derin bir yara açmıştı. Hem de ilk görüşte… Cem, görür görmez aşık
olmuştu Gülnaz’a. Başı dönmüş, nutku kesilmişti. Ve istem dışı bir hareketle yanındaki
arkadaşına dönerek ”Bu kız kim” diye soruvermişti. Mehmet’te Cem’in sözleri üzerine uzun
uzun Gülnaz’ı anlatmaya başladı. Atatürk ilköğretim okulunda sınıf öğretmeni olduğunu, yeni
tayin edildiğini ve çok mütevazi bir kişilik olduğunu… Tam manasıyla evlenilecek bir kadındı
yani.
Sonrasında Cem her fırsatta Gülnaz’ın bulunduğu yerlere gitmeye, uzun uzun
onu izlemeye başladı. İmkan bulsa tanışmaya bile niyeti vardı ama, bir türlü uygun vakit
yakalayamıyordu. Ve anlamıştı ki bu böyle olmayacaktı. Ortak bir tanıdık bulması veya
yakınına sokulmak üzere bir neden üretmesi şarttı. Başka türlü Gülnaz’la bir araya gelme
şansları yoktu. Çok geçmeden de aklına komşusu Adnan öğretmen geldi. Bu iş için biçilmiş
kaftandı. Hem öğretmendi, hem de sıkı bir dostuydu. Konuyu ona anlatırsa makul bir
tanışma zemini elde edebilirdi. Sonra akşam olduğunda koşar adım Adnan öğretmenin evine
misafirliğe gitti. Her şeyi en baştan olduğu gibi anlatarak yardımını istedi. Genç öğretmende
yaban ellerdeki değerli dostunun ricasını kırmayarak uygun bir çerçevede Gülnaz’la yan yana
gelmelerini sağladı, vakit kaybetmeden tanışmalarına aracılık etti. Zira o olmasaydı Cem,
yine tek kelime edemeden öylece kalakalacaktı. Gülnaz’ı her gördüğünde put gibi kaskatı
kesilirdi zaten. Kelimeler boğazına düğümleniyor, yüreğinin deli fırtınasında unufak parçalara
bölünüyordu. Hatta bazen çoraklaşmış çöllerde kaybediyordu kendini. Bazen de katran karası
bir sokağın zifirliğinde… Ve Adnan’ın sesiyle ortamdaki engin sessizlik yarılarak tekrar
normale dönüldü. Sonra Cem, yüreğindeki tertemiz aşkla ”merhaba” dedi Gülnaz’a. Genç
kızda yerinden kalkarak elini uzattı, ”merhaba” diyerek karşılık verdi. Böylece ikilinin sevda
kokan sohbeti.başlamıştı.
Artık her fırsatta bir araya gelerek uzun uzun sohbet ediyorlardı. Birbirlerini tanıyıp
gün geçtikçe yakınlaşıyorlar, her türlü paylaşıma ortak oluyorlardı. Sonra Cem daha fazla
dayanamayarak içindeki duygu yükünü sevdiği kıza anlatıverdi. İlk gördüğü günden bu yana
içinde kopan deli fırtınayı, Mecnun’ları imrendirecek aşk dolu hallerini ve diğer kalan her
şeyi… Genç kızsa duyduklarıyla şaşkına dönmüştü. Böylesini hiç tahmin etmiyordu. Onu
çok iyi bir dost, çok iyi bir arkadaş olarak kabul etmişti. Ve hep yakınında olmasını dilediği
insanlar arasında görmüştü. Ama kader, konunun yönünü çoktan değiştirmişti. Cem için
yaşanılan ilişki arkadaşlıktan öte bir şeydi artık. Onun için Gülnaz, büyük bir huzur, büyük
bir aşktı. Kainata sığmayacak, kelimelerin kifayetsiz kalacağı kocaman bir sevdaydı. Çok
seviyordu genç öğretmeni. Uğruna tüm fedakarlıklara hazırdı. Maddi manevi neyi varsa
yoluna harcayabilecek kadar tutkundu. Bir ömür sadece güzelliğini seyredebilecek kadar
da bağlıydı. Kim koparabilirdi onu yüreğindeki bu aşk dolu tertemiz bahçeden. Sevda ateşi
düştü mü bir kere kimin sözü anlam ifade eder ki zaten. Kimin mantığı kaybolmazdı ki.
Cem’de yüreğinin çıkmaz sokaklarında kaybolmuştu işte. Hem de neyini, nasılını bilmediği
karmakarışık bir çıkmazda… Öte yanda Gülnaz ise Cem gibi düşünmüyordu. Böylesi ağır bir
yükü kaldırmaya yeteri kadar gücü yoktu. Henüz hazır değildi böylesi bir sorumluluğa.
Sonra günler haftaları, haftalar ayları kovaladı. Gülnaz, ilerleyen zamanla beraber
önyargılarından kurtularak konuyu daha soğuk kanlı bir çerçevede düşünmeye başlamıştı.
Zaten her geçen gün daha çok ısınıyordu Cem’e. İçinde görülmez bir yer ona karşı her geçen
saniye yumuşuyordu. Eskisi gibi olumsuz duygulara sahip değildi. En azından aralarında
meydana gelen etkileşimin denenmeye hakkı olduğuna inanmaya çalıştı. Belki de her şey çok
güzel olacaktı, kim bilebilirdi.
Bu düşünce ile bir araya gelmeye devam ettiler. Romantik yemekler yediler, sinemaya
gittiler. Hafta sonları küçük tatillere çıktılar. Vakitlerini en ideal şekilde geçirmek için yoğun
çaba sarf ettiler. Ve sonunda Gülnaz dayanamayarak ‘’Ben de seni seviyorum Cem.’’ Dedi.
Elini tuttu, parmaklarını birleştirdi parmaklarıyla. Ardından da en şirin haliyle boynuna
sarılıverdi.
Öyle ya aşkın ne denizi olurdu, ne de seli… Ne genci, ne de yaşlısı… Ne güzeli, ne
çirkini… Düştü mü yüreğe bir kere depremler, yangınlar, seller engelleyemezdi onu. Tüm
engellere, göz yaşlarına rağmen susturulamazdı içindeki çarpıntı, taze his. Susturamaz
böylesini hiçbir şey. Gülnaz’ında aşkından, sevdasından başkası yoktu gönlünde. Gözü
görmüyordu hiç kimseyi. Sadece o vardı bütün kalbinde, beyninde, kanında, canında. Sevda
denilen soyut sarhoşluk bu olsa gerekti.
Artık evlenmeleri için manileri kalmamıştı. Birlikte mutlu bir geleceğe adım atmaları
hayal değildi. Zira ikisinin de yüreği birbiri için atıyordu. Sonra her şey olması gerektiği
gibi ilerlemeye devam etti. Önce ailelere haber verildi, ardından gelenek halini alan süreçler
tamamlandı. Ve kısa zamanda nikah, düğün merasimleri gerçekleştirilerek aşklarını bir ömür
yaşamak adına resmen karı-koca oldular. Hatta çok geçmeden Gülnaz hamile bile kalmıştı.
Her şey harikulade ilerliyordu.
Sonra bir akşam üstü ansızın kapının zili çalınmaya başlamıştı. Öyle ısrarlı ve katı bir
sertlikte çalınıyordu ki sanki kapı kırılacak gibiydi. Gülnaz o sıra evdeydi. Karnı burnunda
olması dolayısıyla doğum iznine ayrılmıştı. Ve bu zorlu haliyle yavaşça yerinden kalktı.
Ellerini beline yerleştirerek yavaş adımlarla sokak kapısına doğru ilerledi. Ulaştığındaysa
yavaşça kilidi açtı, kapının koluna bastırarak kendine doğru çekti. Gelenler Cem’in iş
yerinden arkadaşlarıydı. Yüzleri solgun, üzgün ve korkmuş bir haldeydi. Bir şeylerin kötü
gittiği belliydi. Sonra içlerinden Sezgin konuşmaya başladı. ” Yenge metin ol. Mühendis bey
kaza geçirdi. Gitmemiz gerek. ” dedi. Gülnaz duyduklarıyla şaşırmıştı. Fazlasıyla sarsılmış,
nasıl bir tepki vereceğini bilememişti. Ve ansızın dünya denilen yer kürenin ayaklarının
altından kaydığını hissetti. Başı dönmüş, kendini kaybetme noktasına gelmişti. Buna bağlı
olarak da istem dışı bir halde çevresinden tutunma ihtiyacı duydu. Sezgin’le arkadaşı da
durumu fark edip Gülnaz’a yardımcı oldular, yürümesine destek verdiler. Beraberce arabaya
geçtiklerinde genç kız ağlıyordu. Ve sadece ” Yaşıyor mu.” diye sorabildi. Fakat ne Sezgin,
ne de diğer arkadaşı cevap verebildi bu soruya. Kimse bilmiyordu Cem ve grubundakilerin
nasıl olduğunu. Kimse yardım edemiyordu genç annenin iç yakan sorularına. Keşke cevap
verilebilecek kadar bilgiye sahip olabilselerdi.
Öyle ki Cem her gün olduğu gibi sabah erkeden kalkarak kahvaltısını yapmıştı. Bir
süre eşiyle sohbet edip yakın zamanda doğacak çocukları için hayaller kurmuşlardı. Erkek
çocukları olacaktı çiftin. Bir aydan az zamanları kalmıştı. Ve vakit kaybetmeden hazırlıklara
başlamışlardı. Odası, kıyafetleri, yatağı, yorganı, yastığı, her şeyi, her detayı düşünmeye
çalışmışlardı. İsmini ise Yavuz koyacaklardı. Cem’in dedesinin ismiydi bu. Gülnaz’da karşı
çıkmamıştı düşüncesine. Sonra sabah sohbetinin son bulmasıyla Cem, yavaş adımlarla kapıya
yöneldi; ayakkabılarını giyerek dışarıya çıkmak üzere hazırlandı. Tam sokağa adımını atacaktı
ki arkasına dönerek derin bir hasretle Gülnaz’a baktı. Sanki son kez bakıyordu ona. Son kez
aşk dolu gözlerle izliyordu sevdiğini. Bir daha kavuşamayacak, göremeyecek gibi… Ve ” İyi
bak kendine. ” dedi. ” Ben olsam da, olmasam da hep kendine ve çocuğumuza iyi bak olur
mu. Zira her daim ruhum, yüreğim, aşkım sizlerle olacak. ” dedi, sımsıkı sarıldı sevdiğine.
Akabinde de dışarıya çıktı, iş yerine geçti. Gün bitimine doğru da sözü edilen acı kaza
meydana gelmişti.
O sıra genç adamın vardiyası içerdeydi. Hatta tam vardiya değişim saatiydi. İşini
bitirenler yorgun argın toparlanıyor, yerlerine gelenlerse dikkatli bir çerçevede bıraktıkları
noktadan devam ediyorlardı. Her şey normal seyrindeydi yani. Sonra hiç beklenmedik şekilde
büyük bir gürültüyle madenin içinde yangın patlak vermişti. Ansızın meydana gelmişti
her şey. Ve ilk etapta nedeni belirlenememişti. Kısa zamanda tüm bölgeyi etkisine alan
yangın, her yeri can pazarına çevirmişti. Resmen yaşam savaşı veriliyordu yerin altında.
Kaçanlar kaçmış, kaçamayanlar içeride kalmıştı. İlk şokun atlatılmasıyla da hemen kurtarma
çalışmalarına başlanmıştı.
Gülnaz şantiyeye girdiğinde ise sanki tüm Soma oraya toplanmış gibiydi. İrili ufaklı,
yaşlı genç bir çok grup oradaydı. Duyan gelmişti kısaca. Kimi oğlunu, kimi kardeşini, kimi
arkadaşını kimi de Gülnaz gibi eşini bekliyordu sağ salim görebilme umuduyla. Zira umut,
madendekiler için tek iç açıcı, yön gösterici ifadeydi. Umut etmekten başka yapabilecekleri
bir şey yoktu yani. Onlar için yerin altında her yer karanlık, her yer taş toprak, her yer
ıssızlıktı; soğuktu. En korkusuz olduğunu iddia edenin bile içini titretirdi böylesi. Hatta ne
düşüneceğini, ne hissedeceğini bilemez insan. Sadece delicesine, iliklerine işleyecek derece
korku doludur. Ve korktuğu için Allah’a dua eder. Tek dileği kurtulmaktır. Kurtulmak ve sağ
salim sevdiklerine kavuşmaktır. Ama bilir ki kaderden öteye geçilmez. Hiçbir şey silemez
bu değişmez yazgıyı. Cem’in ki de böylesi bir şeydi işte. Her yer ıssız, soğuk, karanlık,
ürkütücüydü. Hatta Cem gibi tam 787 kişinin kaderiydi bu. Çalışmaların sonunda da 486 kişi
yara bere içinde kurtarılmıştı. Fakat kurtarılanların arasında Cem yoktu. Sanki yer yarılmışta
içine girmiş gibiydi. Hiçbir yerde, hiçbir ambulansta görünmüyordu genç adam. Gülnaz
iyiden iyiye öldüğünü bile düşünmeye başlamıştı. Sonra ansızın olduğu yere çöküverdi. Ve
başını kolları arasına alarak yoğun düşüncelere gömüldü.
”Ey yürek sızım, boynu bükük kanayan yaram, Cem’im… Ey sessizliğiyle yazgısına
küskünüm, çıkmaz sokaklarıyla sol yanımdan edenim, karşılıksız haliyle sahipsiz
yanım… Ne olurdu sanki seni etinle kemiğinle, canınla kanınla bir kez daha
görebilseydim. Gözlerinin sonsuzluğuna uzun uzun bakabilseydim. Son kez
yenilseydim sıcacık sözlerine. Yalanda olsa hep yanındayım, baktığın yerdeyim
deseydin keşke. Olmayacağını bile bile koynunda uyanacağımı hissetseydim mesela.
Ah gönül sızım; dağlara, denizlere, okyanuslara sığmayan derin sevdam, nerdesin.
Nerdesin yüreğimin kapkara madenindeki çaresiz hapsoluşum… Ah sol yanımın sihirli
iksiri; hiç çekinmeden verirdim canımı uğruna, hiç umursamazdım gözlerine bakarak
vereceğim son nefesi. Yeter ki bir kez daha duyabilseydim kokunu, işitebilseydim
sesini. Yeter ki sen ol Azrail yerine son gördüğüm. Sen ol göğsüme bastırdığım,
delicesine ismini sayıkladığım. İnan bana aşıklar imrenirdi halimize. Keşke yürek
sızım, keşke… Keşke duyabilseydin içimdeki yangını.”
Genç kız böylesi karmaşık duygular içindeyken arkasından bir el omzuna dokundu. ”Gülnaz
ne yapıyorsun burada.” diye yanına sokuldu. Genç kız duyduğu sesle başını kaldırdığında
Cem etiyle kemiğiyle karşısında duruyordu. Hatta gayet sağlıklıydı, güçlüydü. Ve onu böyle
görmek fazlasıyla şaşkına çevirmişti. Sonra yavaşça yerinden kalktı; üzerinin kirini, pasını
temizledi. Vakit kaybetmeden de boynuna sarılarak içinin kararmış noktalarına su serpti.
Öyle ki Cem, şirkette bulunduğu görev dolayısıyla belediye meclisinde bir toplantıya
katılmak üzere merkeze inmişti. Uzun süre toplantıda kalması nedeniyle yaşanılan faciadan
da habersizdi. Ancak bilgisi olmuş, koşar adım şantiyeye dönmüştü. Ve Gülnaz’ı orada
üzgün halde otururken görünce hemen yanına gitmişti. Genç kızsa böylesi bir tablo ile
karşılaştığında sevinçten uçacak kadar mutlu olmuştu. Eşinin madende göçük altında kaldığını
düşünürken sapasağlam karşısında bulunca dünyalar onun olmuştu. Halbuki kazada canını
yitiren onca işçi vardı. Herkes fazlasıyla acılıydı, kederliydi. Kimseye saygısızlık etmemek
gerekiyordu. Ve bundan dolayı toparlanarak davranışlarına çeki düzen verdiler, diğerleriyle
ilgilenmeye başladılar.
Televizyondan duyduğu maden kazası haberiyle dalıp giden Gülnaz, cep telefonunun
sesiyle normal hayatına geri dönmüştü. Genç kız, duyduğu habere çok üzülmüştü. Soma
bir zamanlar görev yaptığı ilçelerden biriydi. Hatta ilk aşkı Cem’i tanıdığı yerdi. Fakat genç
adam, ondaki ruhsal sorunları fark ederek kısa zamanda ayrılığı seçmişti. Bu durum onu
daha da içinden çıkılmaz bir hale çevirmiş, bipolar bozukluk rahatsızlığı ( manik depresyon
hastalığı ) psikoz denilen duygu ve düşünce bozukluğuna dönüşmüştü. Genç kız bazı
dönemlerde hiç yaşanmamış ifadeleri yaşanmış gibi anlatarak hayal dünyasında kurguladığı
bir hayatın içine düşüvermişti. Hatta halüsinasyonlar görüyor, dakikalarca hayallere
dalıyordu. Bu hayallerin çoğunluğu ise Cem ile Soma’da evlendikleri ve çocuklarının olduğu
üzerineydi. Tıpkı az önce televizyonda duyduğu maden kazasıyla derinlere daldığı gibi…
Yaşadığı sorun dolayısıyla kliniğe bile yatmış, aldığı tedaviyle oldukça toparlanmıştı.
Ancak şuan ilaç kullanmaya devam ediyor, kötünün iyisi bir halde yaşantısını sürdürmeye
çalışıyordu.
Bir cevap yazın