Onu kendi karanlığına itenler, diğer insanlardı. Onu anlamayanlardı. Çünkü o insanlar hiçbir zaman yeterince düşünmemiş, anlamını kavrayamamışlardı hayat denen yolculuğun. Farkında değillerdi içinde ve dışında olup bitenlerin.
Oysa o, onun içine işliyordu her sözcük. Gördüğü deniz manzaraları usunun duvarlarını süslüyor, güneşin doğuşunun sıcaklığını kemiklerinde hissediyordu. O insanlarla konuşurken de bütün yargılarını bir kenara bırakarak karşısındakini anlamaya çalışıyordu. -Bütün yargıları dediğime de bakmayın öyle çerçeveleri yoktu kendisini sınırlayan.- Herşeye ve herkese aynı mesafedeydi. İçleri dopdolu kavramlar gibilermişçesine anlamaya çalışırdı insanları. Çözümlenecek birer nesneydi onlar çoğu zaman. Bazen de iç dökmeleri dinleyen, bambaşka açıdan bir şey söyleyerek onu düşünmeye itenlerdi. Severdi öyle insanları. Keşke onlardan daha çok olsaydı.
İşte sayıları azdı onların. Ve o nadide insanlardan birini bulana kadar açmaması gerekiyordu içini başkalarına. Açtığında kırılıyordu çünkü. Onun gibi özenle ellerinden tutmuyorlardı kelimelerin; onlar kelimeleri hoyratça sağa sola savuruyorlardı. O da bu iğneli savsak cümleler karşısında kırılıyordu.
Bunları düşünürken aynaya bakıyordu. Aynadaki yansıması daha fazla dayanamadı bu herşeye anlam atfeden hayalci idealiste. Ne diye bu kadar uğraşıyorsun ki? Ben düz bir insanım, yaşayıp gidiyorum diyip devam edemiyorsun. Ama yok, sen o kadar kibirlisin ki herşeyi düzgün yaparsın. Eylemlerin hep çok mantıklı, hep çok doğrudur. Yaşamın değerini bir sen bilirsin. Düşünerek yaşarmış, içine işlermiş. Biz de senin kadar nefes alıyor, eylemde bulunuyoruz: kendini bir şey sanma!
Durdu birden.
Sessizlik dedi sadece.
——
Makyajında en çok gözlerini vurgulamayı severdi. Etrafını önce aydınlatır sonra göz kapağının üzerine özenle siyah çizgiler çekerdi. Öyle güzel çerçevelerdi ki gözlerini, o görüntüyü duvara asasınız gelirdi.
Üzerini sıkıca saran elbisesi hatlarının altını çiziyordu. Kendisine aynada bir kez daha baktı. Tek eksiği kalmıştı: bordo ruju.
Ritmli topuklu ayakkabı sesi usulca okşadı koridorları. İşte gelmişti 621 numaralı odaya. Kapının sesini duyan adam, sabırsızlığını koltukta bırakarak açtı kapıyı. Doldu içeri güzel bir parfüm kokusu adam daha yakından duyumsamak istedi gömdü kafasını kadının boynuna ve hoşgeldin diye fısıldadı. Kadının yüzünde yalın bir gülümseme vardı yalnızca. Sabırsızlık dolu koltuğa oturuverdi. Adam meşguldü kadının en sevdiği şarabı bardaklara boşaltmakla.
Defterinden yazdıklarını çıkardı kadın. Adamın yazıları okurkenki mimiklerine kilitlenmiş şarabını içiyordu. Beğenilsin istiyordu. Sıkı sıkıya bağlı olduğu tek şey kalemiydi.
Adam okuduklarından etkilendiğini betimledi bir kaç cümleyle. Kadın aldırmadı cümlelerin düşünülmüşlüğüne. Samimi olacak bir şey vardı adamda, sıcak bir gülümseme. Kadın gülümsemesine tutunduğu bu adamı öptü dudaklarından. Samimiyet aksın diye kendi içine.
—-
Kadın odadan çıkarken dudakları canlı bir bordoydu. Kokusunun birazını çarşafta emanet bıraktığından, hafifti şimdi parfüm kokusu.
Evinin kapısının açtığında kapıda karşıladı kendisini. İçerisi karanlıktı ve görebildiği tek şey karşıdaki aynaya vurmuş aksiydi.
Gülümsüyordu öyle, yalın ve içten.
Onu kendi karanlığına itenler, diğer insanlardı. Onu anlamayanlardı. Çünkü o insanlar hiçbir zaman yeterince düşünmemiş, anlamını kavrayamamışlardı hayat denen yolculuğun. Farkında değillerdi içinde ve dışında olup bitenlerin…
Bir cevap yazın