Pencerenin kenarında bulunan çiçekler henüz solmuşa benzemiyordu. Toprağın kuruluğu ve dibine
dökülen kurumuş yapraklar bunun göstergesiydi. Köşede bulunan masanın üzerindeki toz katmanı
oradan bile seçilebiliyordu. Tavandan örümcek ağları uzanıyor, evin içinde hareket ettikçe uçuşan
tozlar kapalı perdenin arasından sızan günün son ışığında havada süzülürken görülebiliyordu. Evin
kokusu hiç değişmemişti, yalnızca fazla rahatsız etmeyen ekşi bir rutubet kokusuyla ara ara burnuna
çalınıyordu. Perdeyi açarken bir toz yığını perdeyle hareket etti. Artık evin içine tam manasıyla vuran
akşam güneşinin titrek ışıklarında gezinen toz taneleri her yerde görünüyordu. Yorucu bir kar
yağışının ardından dinlenen gökyüzü güneş ışınlarıyla toprağı kutsuyordu; yorgun beyaz tepelerde
görünen pusun başka bir açıklaması olamazdı. Hemen yakınlarda akan dere bile donmuştu sanki, sesi
bile eskisi gibi gelmiyordu. Beyaz örtü, yeryüzünü henüz birkaç saat önce kaplamış olmasına rağmen
güç toplamak üzere gökyüzünün ardına çekilmişti sanki. Güneş yavaş yavaş yere yaklaşıyor, karın
üzerine yaptığı o muazzam yansıma son demlerini yaşıyordu o gün için. Kara eşlik eden keskin soğuk
ise yavaş yavaş uyanıyordu akşam olurken. Kurumuş ağaçların dallarında biriken karların düşmesi
yavaş yavaş kuvvetlenen rüzgar yüzündendi. Doğa kışı kendine mesken edinmiş, derin bir uykudayken
yeryüzünde meydana gelen, ya da gelecek olayların bir düzen içinde mi yoksa olması gerektiği için mi
olduğunu başka kim bilebilirdi ki?
Koltuğun üzerine örtülen beyaz örtüyü kaldırıp biraz oturdu. Kaç yıl olmuştu buraya gelmeyeli? Daha
fazla ertelemenin ne anlamı vardı? Son 11 yıl içinde meydana gelen her şeyi hızlıca zihninden geçirdi.
Bu ev ona iyi gelecek miydi peki? Bilmiyordu, hiçbir şey bilmiyor ve hissetmiyordu bununla alakalı.
Gözü şömineye takıldı, havanın yakın zamanda kararacağını fark edip odun getirmesi gerektiğini
düşünüp kalktı. Dışarı çıkmadan önce biraz su içti, kapıya doğru yürüdü. Kapının çevresinde demir
bükmelerle süslenmiş cam kısım karla dolmuş, buradan içeriye sızan günün son ışıklarını başka bir
güzellikle eve kabul ediyordu. Bu manzarayı gördüğünde içine bir sıcaklık yayıldı. Ahşap merdivene
oturup botlarını bağlamaya başladı. Solunda bulunan merdiven korkuluğunun ahşap, yuvarlak
topuzuna gözü takıldı. Çocukken yukarıdan hızlı aşağı indiğinde bu topuza tutunup köşeyi hızlıca
döndüğünü ve annesinin “Bir gün canını yakacaksın, yavaş biraz!” diye seslenmesini hatırladı. Anılar
evin her yerindeydi. Her bir köşesinde yaşadığı mutlulukları, hüzünleri, çocukluk hatıralarını zihninden
geçirdi. Kaç yıl olmuştu buraya gelmeyeli? Kendini çok fazla zorlamadı bunu hatırlamak için. Onun için
çok zor geçecek olan birkaç günü vardı burada. Gelir gelmez üzerine çöken bir şey olduğunu
hissediyor, bunu aşmanın yolunun bu evde kalıp, ev ile yüzleşmek olduğunu çok iyi biliyordu. Anılar
ve geriye kalan her şey onu fazlasıyla yormuştu bugüne kadar, artık dayanamayıp yüzleşmeye karar
vermişti. Değişmek onun için eve bağlıydı:
“Ya değişmek, ya böyle yaşamaya devam etmek, becerebilirsem eğer”.
Diye geçiriyordu zihninden. Korkuları ve kaygıları da eşlik ediyordu buna. Tüm düşünceleri bir yana
bırakıp odun almak üzere dışarı çıktı. Çıktığında temiz havayı içine çekti, rüzgar hızlanmaya başlamıştı,
çevredeki ağaçlar adeta eski bir dostu görmüş gibi eğilip onu selamlıyorlardı sanki. Evin anahtarını
elinde şöyle bir çevirip cebine koydu. Belli ki soğuk bir gece olacaktı. Hemen odunları toplamalıydı,
aksi halde ne ev ısınırdı ne de güzel bir uyku çekebilirdi. Eski günlere dair en büyük özlemlerinden
birinin şöminenin karşısında uyumak olduğunu hatırladı bir anda. Yüzüne sıcak bir gülümseme
yayılırken kulağına kadife bir ses çalınıyordu. Bu sesi tanıyordu fakat üzerine düşünmeye gücü
olmadığını fark etmişti o an için. Burnunu çekti, deri eldivenleri çıkarıp cebine koydu. Karşıdaki
ardiyeye girip uzun süredir orada duran koca, kuru kütüklerden bir kucak dolusunu verandaya taşıdı,
sonra bir daha, bir daha… Kuru kütüklerin son derece iyi ve hızlı yanacağını bildiğinden ufak bir yığın
yapıp evin girişine yerleştirdi hepsini. Kar geliyordu, yüzünü karaya çevirmeye başlayan gökyüzü
dağların üzerine bir parça peçe gibi kara bulutları asmıştı sanki. Bu arada ardiyede gördüğü küreği de
alıp evin yolunu hızlıca küremeye başladı. Gece boyunca kar yağacağı göz önüne alındığında zaten 40
santimetreye yakın olan kar kalınlığı şüphesiz iki katını geçekti ve bu daha çok iş demekti. Küremeyi
bitirdiğinde eve girip şömineyi tutuşturdu. Soğuktan kızaran ellerini ateşe yaklaştırarak ısıtmaya
çalıştı. Şöminenin ateşi odayı aydınlatıyor, soğuğa karşı durup çok güzel bir ortam yaratıyordu. Odun
kokusu ve çıtırdama sesleri ona eski günleri daha çok hatırlatmaya başlamıştı. Montunu çıkarıp iyice
ısındıktan sonra koltuğa çöktü, bir an uykusunun geldiğini fark etti; aynı zamanda ikinci kata henüz
çıkmadığını da.
Kan ter içinde uyanmanın ne demek olduğu uzun süredir onun en iyi bildiği şeylerden biriydi. Sonu
gelmeyen kabusların bir hayatı bu hale getirmesi ne kadar adildi peki? En karşı konulamaz şey olan
uyku ise nasıl böylesine korkulur bir hal almıştı? Uyanık olduğu vakitler bu soruların cevaplarını
aramaya vakit ayırırken uykuda ise bunu tekrar yaşıyordu. Her gece, tekrar, tekrar, tekrar. Sıçrayarak
uyandığında etrafına bakındı, nerede olduğunu anlayamadı başta fakat son demlerini yaşayan
odunların çıtırtısını ve tahta doğramaların arasından sızarken gecenin ruhunu üfleyen rüzgarın sesini
duyduğunda kafasını toparlayabilmişti. Bitmeyecek miydi bu kabuslar? Daha ne kadar dayanabilirdi
bitkin ruh tüm bu olanlara? Düşünceleri gecenin sessizliğini bozan rüzgar sesiyle daha da
derinleşiyordu, yarı uykulu bir halde içine yayılan ürpertinin onu bir daha hiç rahatsız etmemesini
diledi. Kabuslarının verdiği bu ürpertiyle kendine gelmeye çalışarak ayağa kalktı. Şömineye yaklaştı,
odunlar can havliyle parlayan ateş böcekleri gibi son demlerini yaşıyordu. Bu, ona yarın yapılacak çok
iş olduğunu hatırlattı ve dudaklarını ısırdı.
Evin soğuduğunu anladı ve girişe istiflediği kütüklerden en büyüklerini getirip ateşi besledi.
Kütüklerin uçları alev almaya başladı, “sabaha kadar idare ederler” dedi sessizce. Artık uyumanın ne
kadar zor olduğunu çok iyi biliyordu, bir fincan kahve almak üzere mutfağa doğru ilerledi. Kahve
kavanozunu açtığında burnuna çalınan kahve kokusu sinirlerini bir nebze olsun yatıştırmaya yardım
etse de gerginliği devam ediyordu.
-Neler oluyor, Tanrım! Gitmiyor bir türlü, lanet olsun, aklımdan çıkmayan binlerce şey ve her biri için
soracağım binlerce soru var. Kime soracağım, kim cevaplayacak? Ne yapmalıyım? Hey ev! Boşuna
getirmedin beni buraya umarım! Beni korkutamazsın artık, büyüdüm! Tahtalarını gıcırdatıp bana
gülmenden ve lanet ıslık sesinden korkmuyorum! Su kaynamadı bir türlü, bir de şu camlardan sızan
rüzgar, donmuşum uyurken. Sabah odun almak lazım. Hey ev! Kapa çeneni ve bana yardım et, tamam
tamam, pencereleri yaptıracağım, bir de temizlik yapmak gerek…
Kendi kendine konuşarak, gerginliğini yatıştırmaya çalışıyordu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı.
Kahvesini doldurup koltuğa kuruldu. Şömine iyice alevlenmiş ve içeriyi eski kamp günlerinin havasıyla
kasvetlice aydınlatmıştı. Geriye yaslandı. Bacaklarına vuran sıcaklık içine yayılmış, tarifi çok zor olan
bir şekilde, biraz duygusal, biraz sinirli, ruhuna rahatlık verirken içinde bir kasvet büyümesine sebep
oluyordu. Belki de kasvet onu mutlu ediyordu ya da bu rahatlık huzura dönmek istiyordu. Tek bildiği
ne mutluydu ne de huzurlu. Her şey yıllar önce başlamış ve tam olarak burada sona ermişti. Tam
olarak burada, oturduğu koltukta.
-Yukarıya da çıkmak lazım, orası ne durumda, kim bilir. Eski odam, annem ve babamın odası, teras,
kapıları yıllar oldu açılmadı. Neyse sabah olsun bakarım. Ne yesem, pek bir şey getirmedim, nereden
bulacaksam yiyecek bir şeyler. Dışarısı çok soğuk, kar eminim yolları kapamıştır. Kurt sesleri geliyor,
tam vaktiydi. Tebrikler, mahsur kalarak açlıkla geçireceğiniz birkaç gün kazandınız! Lanet olsun!
Ayağa kalktı, dışarıda yağan karın ciddiyetini anlamak ve ahvaline karar verebilmek amacıyla
verandanın iki kanatlı cam kapısına doğru omzuna aldığı battaniye ve elindeki kahve fincanıyla yavaş
yavaş ilerledi. Gördüğü manzara karşısında acı acı gülümsedi. Şu durumda yapılabilecek en güzel şey
gülümsemekti çünkü durum oldukça kötüye benziyordu. Temizlediği yol tamamen kapanmıştı,
odunları aldığı kilerin kapısının yalnızca üst kısmı görünüyordu, sabaha kadar karla kaplanacağına
hiçbir şüphe yoktu. İlerideki ağaçlar bembeyaz olmuşlardı, ara sıra dallarında biriken büyük kar
topakları parçalanarak havaya karışıyordu, daha ilerilerde bir iki evin ışığı açık pencerelerinden
uzaklardaki birer hayal gibi parlıyordu. Çitler artık görünmüyordu, birkaç yüz metre ötede oldukları
şüphe götürmeyen kurtların ulumaları hiç kesilmemişti. Güzel bir geceye benziyordu, eğer sakin,
huzurlu ve cevapsız bir sorusu kalmamış olsaydı. Onun için her gece gibi bu gece de çok zor olacağa
benziyordu, değişen şey yalnızca şömine, rüzgar ve uluyan kurtların geceye birer misafir gibi
eklenmeleriydi.
Gözünün önüne bu evde geçen çocukluğu geldi. Üst kattan koşarak aşağı iner, dışarı çıkar ve
köpeklerle oynardı. Bazen babasıyla kasabaya iner, bazen evde annesiyle kalırdı. Çocukluğunun neşeli
günleri yüzünde eskiye özlem dolu bir gülümsemeyle yayıldı. Ağaçların altında oturup derenin
kenarına gelen hayvanları izler, bazen bir tilki gördüğünde heyecandan dili tutulurdu. Sıcak yaz
günlerinde dışarıda ne kadar eğleniyorsa kış günlerinde de öyle eğlenirdi. Hiç sönmeyen şöminenin
önünde oturur, annesinin verdiği kitaplardan birini okur ya da resimler çizerdi. Dışarıda yağan karı
izlerken hep büyüdüğünü düşünürdü: büyüyüp babası gibi kuvvetli olduğunu, onun gibi ava gittiğini.
Hayal kurarken tam koltuğun önünde uyuyakaldığında onu kucağına alıp annesi yatağına götürürdü.
Gecenin korkularından da onu koruyan annesiydi. Her kabusundan sonra tek sığındığı kişi oydu. Derin
bir iç çekişin ardından kendi kendine söylenmeye başladı:
-Her şey burada olmuştu işte. O güzel günlerin hepsi burada. En kötüleri gibi, her şey burada. Hey ev!
Ne dersin, çözebilir miyiz bunu seninle, hadi iki erkek gibi bitirelim şu işi!
Gecenin seslerine kulak verirken içini kaplayan hüzün yayılıyordu, onu asla yalnız bırakmayan anılar
ve durmadan ona keder veren bir şeyler vardı zihninde. Uykusuz gecelerin sorumlusu olan bu eve ve
anılarına yıllar sonra gelmişti ve bu işi bitirmeden buradan gitmeye niyeti yoktu. Bu düşüncelerle
önce şömineye birkaç kütük daha attı, kahvesini tazeledi, şamdanı alıp mumları yaktı ve her şeye
rağmen tahta basamaklardan üst kata çıkmaya başladı. Yukarı çıkarken zihnini durdurabilmeyi
denedi. En büyük korkuları hep oradaydı çünkü. Babasının öldüğünü orada görmüştü. Odalarında
sırtını cama dönmüş, çalışma masasına uyur gibi yatar gibi bulmuştu onu. Annesinin çığlıklarını da
orada duymuştu ve bir de gece gelen o sesler…
Annesi babasının ölümünden sonra hiçbir zaman eskisi gibi olmamıştı. Odalarında uyuyamayıp
aşağıda oturduğu koltukta uyumuştu hep. Bazen yukarı çıkıp yalnızca oğlunun üstünü örter, ağlayarak
aşağı inip uyumaya devam ederdi. Neşeli değildi eskisi gibi. Kimi geceler annesinin kendi kendine
konuştuğuna şahit olurdu. Onun gülüşlerini duyar, başta mutlu olurdu. İkisi dışında bu evde kimsenin
yaşamadığını, yakınlarda bile gelecek kimse olmadığını hatırladığında dehşete kapılıp odasına kaçar,
başını yorganın altına gizler ve ağlamaya başlardı. Nasıl da kahkaha atardı konuşurken annesi! Kendi
kendine konuşmalarına hakim olan bu kahkaha sonlara doğru çığlıklara ve ağlayışlara dönüşürdü. Ses
kesildiğinde uyuduğunu anlardı ve o da uykuya dalabilirdi artık. Ev miydi onunla konuşan, yoksa
zihninin oyunları mıydı, hiç öğrenemedi. Evde kötü bir şey vardı ve onları rahatsız edip duruyordu.
Sabahtan dışarı çıkıp kar ile oynamaya başladığı bir günün akşamına doğru üşümüş halde eve döndü.
Üzerini değiştirip aşağı indi ve annesinin sesini duydu. Annesi onun yanına yatmasını istiyordu. Gidip
yattı ve derin bir uykuya daldı o gün. Akşam olmuştu gözlerini açtığında. Annesi de uyuyordu. Küçük
elleriyle şömineye birkaç parça odun atıp yukarı çıkıp odasında yatağına yattı. Uykuya dalmadan önce
babası ve mutlu günlerin hayalleri zihninde oradan oraya sürükleniyordu. Vücudunu saran tatlı
sıcaklığa engel olamıyordu. O anda evin içinden ayak sesleri gelmeye başladı. Annesi olduğunu
düşünüp uyuyormuş gibi yaptı. Ayak sesleri yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı… Tahta döşemelerin gıcırtsına
karışan ayak sesleri oldukça rahatsız ediciydi. Odasının önünde sesler kesildi. Yalnız hırıltılı bir nefes
sesi duyuyordu artık. Öylesine bir sesti ki bu ne olduğunu anlamasına imkan yoktu. Korkudan
donakalmıştı adeta. O anda annesinin korkunç kahkahaları yükselmeye başladı. Nefes durdu,
tıslamaya benzer bir kahkahayla koşar adımlarla oradan uzaklaştı. Korkudan hareket bile edememişti.
Sabaha kadar annesinin kahkahası ve ayak sesleri devam edip durmuştu. Oldukça kötü bir geceydi;
dışarıda kopan fırtına da eklendiğinde çok daha korkunç bir hal alıyordu. Konuşmaya çalıştığında
konuşamadığını fark etti, tek yapacağı şey beklemekti. Uyuması mümkün değildi, öylesine korkuyordu
ki gözünü bir dakika kırpmıyordu. Arada bir ayak sesleri duruyor, hırıltılı bir nefes duyuluyor, kötü bir
koku ona eşlik ediyordu. Kahkahalar o kadar derinden geliyordu ki, zihninde yankılanıyordu sanki. Bir
şeyler vardı odasının dışında, bu belliydi ama neydi o? Sabaha doğru sesler kesilmeye ve fırtına
dinmeye başladı. Birkaç saat daha geçtiğinde ne bir ses, ne bir kahkaha, hiçbir şey yoktu. Son derece
sakindi evi, hatta huzurlu bile sayılabilirdi. Dışarıda pamuk gibi yere dökülen kar tanelerini gördü.
“Belki de kötü bir rüyaydı” diye düşündü ve temkinli bir şekilde odasından çıktı. Aşağı inmeye başladı.
Annesi kahvaltıyı çoktan hazırlamış olmalıydı. Aklına kötü bir şey getirmeden cesaretini toplayıp
inmeye devam etti. Şömine sönmüştü ve annesi uyuyordu. Onu uyandırmamak için sessiz adımlarla
şömineye ilerledi, birkaç ince odunun üzerine bir kütük koydu. Annesinin üzeri örtüktü ve gece
bıraktığı gibi yüzü koltuğun içine dönüktü. Onun yanına gittiğinde ise hayatını mahveden, aklından bir
an bile çıkmayan o manzaraya tanık olmuştu.
Annesinin gözleri sonuna kadar açıktı, suratında bir gülümseme vardı, sanki büyük bir mutluluk ona
bahşedilmiş gibi gülüyordu. Normalde hiç makyaj yapmazdı ama sanki bir davete gider gibi makyaj
yapmıştı, ağlamış olacaktı ki göz makyajı akmıştı. Kıpkırmızı ruj ile kaplı dudakları gerilmiş, soğuktan
çatlamaya yüz tutmuş, dudaklarının morluğundan daha da koyu bir hal almıştı. Bacakları kaskatı
kesilmişti. Bir eli yumruk, diğeri sonuna kadar açıktı. Simsiyah saçlarının örgüleri yaptığı gibi
duruyordu, son derece sıkıydı. Alnının kırışıklıkları ortaya çıkmış, kemerli burnunun çevresine bir
morluk hakim olmaya başlamıştı. Açık gözleri her zamanki gibi parlamıyor, aksine donuk birer fayans
parçası gibi bir noktaya bakıyor, onu takip bile etmiyordu. Annesine seslendiğinde hiç hareket etmedi,
gidip sarıldığında ona sarılmadı ve yıllarca her an hissettiği sıcacık avuçları ona dokunmadı. Buz
gibiydi, tam olarak buz gibiydi. O korkunç gülüşü, açık gözleri ve yüzündeki ifadeyle buz gibiydi. Açık
gözleri acıyla ağlarken yüzü gülüyordu. Eski bir dostu görmüştü belki son olarak, ona gülmüş, aklına
oğlu gelmiş ve belki de böyle karşılamıştı onu. Annesi o koltukta ölmüştü. Karşısında durup ona
korkmuş gözlerle bakıp sarıldığında anladı bunu. O korkunç manzarayı ise aklından hiçbir zaman
çıkaramadı.
Bir süre uzaktan bir akrabasının yanında yaşamıştı. Yaşadıklarını nasıl unutabilirdi. Hem annesini hem
de babasını o evde ölmüş halde bulmuştu. Yine de cevapsız kalan binlerce soru vardı aklında. Annesi
ölmüştü, peki o gece neden kahkahalarla acı acı gülüyordu? Evin içinde koşturan o şey neydi? Hepsi
bir rüya mıydı peki? Ne olursa olsun onların rüya olmadığını çok iyi biliyordu. Peki neydi o zaman tüm
bu olanlar? Kafasında sorularla nefes almak için camı açtı, hemen yan tarafta bulunan balkonda
geçen konuşmalara kulak şahidi olduktan sonra korkunç bir dehşet hakim oldu tüm benliğine.
-Yazık oldu, çok iyi bir insandı. Kimse bilmiyor nedenini. İntihar desen değil, hastalığı da yoktu.
Kederden öldü gitti. Evet, kuzenimdi benim, teşekkür ederim. Kocası öldükten sonra arayıp sormayı
da bırakmıştı. O sebep oldu belki de. Öğleden sonra diyor doktor, saat akşam beşe doğru ölmüş
herhalde, çocukcağız bulmuş. Benimle kalacak bir süre bakacağız. Biraz daha çay alır mısın bu arada?
“Saat akşam beşe doğru…” Bu sözü duymasıyla kaskatı kesildi, nefes alamadı, olduğu yerde kalakaldı
sadece. Aklından hiçbir şey geçmiyor, yalnızca içinde bulunduğu bu korku onu fazlasıyla rahatsız
ediyordu. Elleri terden sırılsıklam olmuş, korku bedenine iyice yayılmıştı. Aklından geçenler öylesine
korkunçtu ki onun için, o akşam ve o yüz ifadesi aklına bir anda kazınıvermişti. Peki eğer annesi beş
civarı öldüyse, hava karardıktan sonra onu yanına çağıran ve birlikte uyuyan kimdi? Annesinin sesini
aynen taklit eden o kişi kimdi? Evde koşuşturan, yürüyen, o hırıltıyla nefes alan kişi kimdi? Neler
oluyordu? Neydi tüm bunların sebebi, kim vardı o akşam evde, o neden sağ kalmıştı? Sayısız sorular o
günden sonra zihninden hiç çıkmamıştı. Yıllar sonra tüm bu soruların cevabını bulmak umuduyla bu
eve gelmişti işte. Her şeyi arkasında bırakmaya buraya gelmişti. Olan bir şey vardı, kime anlattıysa
ona inanmadı, kimseyi inandırmak için uğraşmadı aslında. Korkularının esiri olup onlarla bir hayat
yaşamak yerine yüzleşmeye, her şeyi, öyle ya da böyle, başladığı yerde bitirmeye gelmişti.
Yavaş yavaş çıkıyordu üst kata. Elindeki şamdanda salınan mum ışığı çevreyi aydınlatmaya çalışıyor,
uçuşan toz taneleri etrafa yayılıyordu. Tahta basamakların gıcırtıları sanki evin içinde yankılanıyor,
dışarıda uluyan kurtların sesleriyle birleşince iç tırmalayan ürkütücü bir hale geliyordu. Duvar saati
çalmaya başladı. On bir kez çan sesi duyuldu, saat on bir olmuştu çoktan. “Her şeyin başladığı yer bu
ev. Burada her şeyi bitirip dönmemek üzere gideceğim. Yalnızca birkaç adım daha, hadi.” diye geçirdi
aklından. Uzun koridor boyunca yürüdü. Duvarda asılı birkaç anı çarptı gözüne, hepsi gerçekten de
tozlanmış, renkleri solmuş, karanlıkta kalmış ve hüzün doluydu. Hepsine teker teker baktı, anne ve
babsıyla olan fotoğraflarını mutlu bir acıyla seyretti bir süre. Sonra diğerini, ardından ötekini ve
sonuncusunu… Gözlerinde özlem dolu yaşlar birikti, bir an toparlanıp devam etti. Önce anne ve
babasının odasına girdi. Hiç hatırlamıyordu içerinin neye benzediğini. Kalın perdeler camlardan
sarkıyordu, öbek öbek toz birikmişti aynanın üzerinde, yatak annesinin yıllar önce son kez topladığı
gibi duruyordu. Makyaj masasının üzerinde son kez kullanılmış birkaç şey vardı, gardırop kapakları
kapalıydı. Uzun bir tatile gitmişti sanki ev sahipleri, bir süredir kimsecikler yoktu evde ve geldiklerinde
evi tozlanmış bulacaklardı. Gerçek çok farklıydı, odanın rutubet ile karışık kokusu gözyaşlarını
tutmasını imkansız kılıyordu. Annesi gibi kokuyordu oda. Onun yanında yattığı o akşam aldığı koku
vardı her yerde. O sıcaklık, şefkat ve mutluluğa dair her şey o kokuda gizliydi. Yatağa çöktü, kendini
bıraktı. Öylesine bir özlem fışkırıyordu ki bedeninden, yaşlara dönüşüp gözlerinden akıp gidiyordu. Bir
süre orada kaldıktan sonra ayağa kalktı. Babasını cansız halde bulduğu masayı annesi kaldırıp çöpe
atmıştı sonraları. Yerinde duran boşluğa bir tebessüm hediye etti. Aynanın tozunu sildi ve perdenin
arasından içeriye dolan dolunay ışığıyla yüzü aydınlanmış, yanaklarından süzülen yaşlarla
kristallenmiş gibiydi sanki.
O anda duyduğu sese kulak kesildi. Tık-tık-tık… Ayak sesleri duyduğuna yemin edebilirdi. Biraz
bekledi, ses kesilmişti. O anda dışarıda çıkan rüzgar, sert tipinin parlak kış gecesinde geri geleceğini
haber veriyordu. Son kez annesinin kokusunu içine çekti, kapıya doğru ilerledi, şöyle bir dönüp geriye
baktı: “Yapabileceğimin en iyisi yaptım, anne. Seni unutmadım, seni hiç unutmadım.” dedikten sonra
odadan çıktı.
İşte karşıdaki kapı kendi odasına açılıyordu. Yılların hesaplaşmalarından birini kendiyle yapacağı yer
orasıydı belki de. Derin bir nefes aldı, sol tarafında uzanan koridora doğru baktı. Dışarıda fırtınanın
henüz yeni başladığı rüzgarın sesinden artık anlaşılıyordu. Cesaretini topladı, kapıyı açıp içeriye girdi.
Hep hatırladığı gibiydi odası: solundaki duvara yaslı gardırobu, karşısındaki yatağı, komodini, kitaplığı,
oyuncakları… Her biri bıraktığı yerde onu sadık birer dost gibi beklemişlerdi adeta. “Peki ya burada
yaşadıklarım? Babamın ölümünden sonra çıkmadım günlerce, ağladım, sustum, bekledim kapıdan
girmesini, gelmedi hiçbir zaman. Tam şurada kitap okurdum, bu tarafa dönüp uyurdum, Tanrım
kiminle konuşuyorum ben!” yatağa oturdu. Yastığını kucağına aldı, tozlar etrafa saçılmıştı yine. “Ev,
ne istiyorsun benden? Geldim işte! Bu hatıraları burada yaşamak için geldim geri!” aslında yaşadığı
süre boyunca hatıralarının da onunla yaşayacağını çok iyi biliyordu. Başını öne eğdi ağlamaya başladı.
Zihnini hiç terk etmeyen hatıralar çevresinde birleşmiş ona zarar vermeye hazır birer haydut gibi en
zayıf anını kollamışlardı sanki. Her bir yandan hücum ediyorlar, durdurmaya gücü olmadığı için
yalnızca bekliyordu karşılarında. Bunu yaşaması gerektiğini biliyordu, çökecekti ki daha sağlıklı ayağa
kalkabilsin. Anıları onu güneşli günlere götürdü, babasıyla oynadığı, annesiyle sohbet ettiği, akşam
yemeği yedikleri, dışarı çıktıkları o kutlu günlere uzanıyordu her an. Mutluluk nedir unutmuştu onlar
gittiğinden beri. Sesler iç gitmemişti. Her gece duyduğu o sesler, kahkahalar, hırıltılar, onu buraya
çağıran, burada duyduğu o korkunç sesler hiçbir zaman terk etmemişti onu. En korktuğu yere
göğsünü gererek gelip dikilmişti. Buradaydı, evinde.
Gözlerini kapatmış, sakinleşmeyi bekliyordu odasında. Bir ürperti kapladı vücudu o an, dışarıda kopan
fırtına artık iyice şiddetlenmişti. Yatağına yatmış yalnızca bekliyordu. Uykusunun geldiğini fark etti.
Üşümüyordu, hiçbir şey hissetmiyordu. Gözlerini kapattı. Bir anda tüm korkuları onun zihnine hücum
etmeye başladı. O olmalıydı. Aşağıdan o kahkaha tekrar yükseliyordu kulağına. Annesinin o gece
duyduğu sesiydi bu. Ayağa kalktı, kapıya doğru hareketlendi, ayak seslerini duymasıyla olduğu yere
çivilenip kaldı. Ayak sesleri kapının önünde durdu. Hırıltılı ses gelmeye başladı. O iğrenç, hırıltılı nefes
alış kulaklarına yankılanıyordu adeta. Korkudan hareket edemedi. Yalnızca çakılı kaldı olduğu yere.
Ayak sesleri hızlanıp yavaşlamaya, bazen de odanın önünde durmaya başladı. Kahkaha sesleri ara ara
gelmeye devam ediyordu. Kurtal dışarıda uluyor, fırtına peşine kattığı her şeyi alırcasına kükrüyordu.
Şamdandaki mumların biri sönmüştü, diğer ikisi ise yarıdan az kalmıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Her
şey yine tekrarlıyordu. Terlemeye başladı, korku onu her şeyden alıkoymuştu. Düşünmekten, hareket
etmekten, hatta düzgün nefes almaktan. “Yeter artık ne istiyorsunuz benden! Beni rahat bırakın,
aldıklarınız yetmedi mi? Beni de alın, yetmedi mi benim her gün ölmem size!” diye bağırdı. Kahkaha
daha da şiddetlendi. Birileri sanki onunla dalga geçiyordu. Hayattan beklentisi kalmamıştı. Öyle ya da
böyle bu işi bitirmeye gelmişti buraya, her iki yolla da bitecekti her şey. Cesaretini topladı, odadan
dışarıya fırladı. Kimse yoktu, ayak sesleri kesilmişti, hiçbir iz yoktu. Koşa koşa aşağı indi, şöminenin
titrek alevleri ve evin hatıralarından başka hiçbir şey yoktu. Kendini oldukça kötü hissetti zira birkaç
gün içinde yaşadığı şeyler ona çok ağır gelmişti. Her şeyin olduğu bu eve tekrar dönmek onun için son
derece zor olmuş, burada bulunmanın ruhunda açtığı o yara kapanmak yerine daha da acı vermeye
başlamıştı sanki. Kendini koltuğa bıraktı.
-Geldim, yüzleştim seninle. Karşındayım işte, beni rahat bırak artık! Duyuyorsun beni, oradasın işte
biliyorum. Karşıma neden çıkmıyorsun, neden bana eziyet etmeye devam ediyorsun. Ne olur rahat
bırak beni!
Tüm sinirini ve içinde biriktirdiği her şeyi etrafa saçarcasına anlamsız sözlerle bağırmaya başladı. Avazı
çıktığı kadar bağırıyor ve tüm nefretini eve kusuyordu. Bağırmaktan yorgun düşüp gücünü yitirdiğini
fark etti. Gözlerini zar zor açıyordu ve o anda kendisine doğru yaklaşan bir şey fark etti. Son çabasıyla
gözlerini açıp dehşet içinde kendini bıraktı, gördüğü yüz annesinin o makyajlı, korkunç bir gülümseme
olan yüzüydü. Korkudan olduğu yere bayılmıştı.
Uyandığında kış güneşi verebildiği tüm sıcaklığı doğaya veriyordu. Derenin sesi bu kez daha yakından
ve daha çok geliyordu. Güneş gerçekten de ısıtmaya başlamıştı doğayı. Yerde biriken karlar güneş
ışınlarını öyle güzel yansıtıyordu ki güneşin erişmediği hiçbir yer kalmıyordu. Kırlangıçlar bile
süzülmeye başlamıştı masmavi, açık gökyüzünde. Burnuna gelen güzel bir kokuya gözlerini açtı.
Köylülerden biri ekmek yapıyor olmalıydı. Kendine gelmeye çalışarak mutfağa doğru gitti. Bir fincan
kahve aldı ve koltuğa oturdu. Boğazı öylesine ağrıyordu ki gece geçirdiği nöbet hem ruhunda hem de
bedeninde ağır tahribatlar bırakmıştı. Rüyasında annesini gördüğünü hatırlamak bile istemese de
gözünün önünden o soğuk, soluk yüzlü ölü suret gitmiyordu. Aslında yıllar önce yapması gereken şeyi
yaptığının farkına vardığında vücuduna yayılan bir parça huzur onu öylesine iyileştirmişti ki, sıcak bir
gülümseme yüzünde kendine yer buldu. Sanki o gece her şeyi üzerinden atıp hafiflemişti. Yılların
kederini, hatıraların ağı gelen yüklerini, tüm o kötü düşünceleri çocukluğunun anılarıyla değiştirmişti.
Koltuğa oturup gülümsedi. Bacaklarına vuran şöminenin ateşi onun içinde o güzel günleri yine
uyandırmıştı. Annesini ve babasını hatırladı. İlk defa onları düşündüğünde güldüğünü ve kedersiz bir
özlem duyduğunu hissetti. Bu başta ona tuhaf gelse de olan biten tam olarak bundan ibaretti. Bitmişti
her şey. Yıllardır yaşadıklarını o geceyle rüyalara gömmüştü sanki. Birkaç güzel anıyı hatırladı evin
içinde dolaşırken, gülümsedi. Çocukluğuna dair hatırladığı en net şeylerin o kötü hatıralar olmadığını
görmüştü. Artık gitmeye hazırdı, her şeyi burada bırakıp yeniden başlamaya hazır olduğunu
hissediyordu. İçine yayılan şeyin mutluluk olduğunu anladı; uzun zamandır tatmadığı bir tat gibi
çalındı diline sanki mutluluk. “Teşekkür ederim” dedi. Evin perdelerine, şömineye, aynalara, vitrine,
anne ve babasının odasına, hatta kendi odasına bile son kez baktı. Yıllar sonra gelmişti buraya ve artık
buradan ayrılırken geldiği kişi değildi. Toparlanmaya başladı, artık burada kalmak ona hiçbir yarar
sağlamayacaktı. Şömineyi iyice söndürüp montunu giydi, botlarının bağcıklarını bağlayıp sırt çantasını
aldı ve çıktı. Geriye dönüp bembeyaz karların içinde bir höyük gibi kasvetli görünen eve son bir kez
daha baktı, “başladığı yerde bitti değil mi her şey, ne dersin?” diye sordu kendine.
Yığılmış karın içinde hızlı adımlarla yürümeye başladı. Havanın kapanmaya başladığını ve yavaş yavaş
kar tanelerinin yere indiğini göremeyecek kadar gergin hissediyordu kendini. Gitmeliydi buradan,
olabildiğince çabuk gitmeliydi. Birkaç dakika önce düşündükleri, yaşadıkları, içine doğan her şey, tüm
o hissettikleri birer yalandan mı ibaretti sadece, ya da ev miydi tüm bunlara sebep olan?
Yaşadıklarının tarifi asla olamazdı. Tek isteği bir an önce oradan ayrılmaktı. Kalın kar tümseklerini
yararak hızla ilerlemeye devam etti, sanki kovalanıyormuş gibi sürekli arkasına bakarak. Hızla
arabasını bıraktığı yere ulaşmak için çabalıyor, botlarına dolan kara ve terlemesinin onu üşütmesine
kulak bile asmıyordu. Hızla arabaya doğru gitti. Arabaya bindiğinde yüzü bembeyazdı. Oradan bir an
önce uzaklaşmak ve bir daha asla geri dönmemek üzere gitmek istiyordu. Ellerini titremesine bir türlü
engel olamıyor, anahtarı kontağa takmak için bile son derece büyük bir çaba sarf ediyordu. Yola çıktı,
buzlanmış yolun risklerini bile kayda almadan hızlıca devam etti. Gözlerinde korkunun her hali
oldukça net olarak görülüyordu. Evin çitlerini aştıktan sonra duyduğu kahkaha yüzünden donakalmış,
arkasını döndüğünde ikinci katın penceresinde annesinin ölü yüzünü gülerken görmüştü. Onu en çok
korkutan şey ise annesinin arkasında gördüğü yüzü simsiyah olan kırmızı gözlü adam olmuştu.
Bir cevap yazın