Zifiri bir karanlık. Ahmet gözlerini açmaya çalıştı. Gözkapaklarını bir türlü aralayamadı. Üstünü toz duman moloz örtmüştü. Refleksi bir hareket ile gözünü silmek istedi. Sol kolu yok gibiydi. Sağ kolunu kıpırdattı. Üstündeki kırıntılardan ayırabildi kolunu. Gözlerini yavaşça sildi. Gözleri açıktı ama dünyası karanlıktı. Kocaman bir bulut, bir kaya bir dağ çökmüştü üstüne. Kapkaranlık.
Kendini yokladı. Herhangi bir ağrısı sızı yoktu. Sessizlik ve karanlık dizboyuydu. Sadece babasının ve Kendi nefesini duyabiliyordu.
-Baba!
-Hı !
- Biz nerdeyiz?
- Deprem oldu oğlum
Salonda yatıyorduk. Hava soğuk olduğu için sen ile kardeşinde burdaydınız. Soba bir tek burda vardı ya. - Baba bizi kurtaracaklar mı?
-İnşallah oğul. Milletimiz bizi burda bırakmaz . Ahmet senin üstünde de karınca var mı? Beni kıtlayıp duruyorlar da.
-Yooo baba ne karıncası?…
Ne bileyim oğul her tarafımı sarmış canımı acıtıyor, kaşındırıyorlar. - Ahmet annesini duymak istedi. Gücünü toplayıp bağırdı.
- Annne annne!
-Zemine zemineeeee!
-Boşuna bağırma oğul. İkisi de ölmüş olmalı. Annen buz gibi . Kaskatı kesilmiş.kolumun üstünde, Hissediyorum.Zemine’
den de ses yok. Saat kaç Ahmet?
Hıçkırıklar düğümlendi Ahmet’in boğazına. Annesi ölmüştü, kardeşi ölmüştü demek. Kalbinin en derin yerinden ince bir sızı yükseldi. Gözyaşları yanaklarına değmeden kulakları dibinden toz duman içine düştü. Sonra babasına cevap yetiştirmeye çalıştı. - Bilmem. Hiç ışık yok ki tahmin edeyim. Yer ile gök bir olmuş.
Babanın durumu git gide fenalaşıyordu. Vücudunda ki uyuşma artmaya başlamıştı. Kafasında ıslık sesleride artmıştı. Öksürük tuttu. Bir kaç kere öksürdü.
-Ahmet! - Hı!
-Bana birşeyler oluyor. - Kurban olayım baba! ne oluyor sana?
Beni bu kuyuda yalnız bırakmayasın.
-Ahmet!
-Hı! - İki ayağımda yok. Hissetmiyorum.
Bak karıncalarda iyice arttı. Her tarafım sızlıyor. Başımdaki uğultu git gide kayboldu.
İkiside bir müddet sustu. Zaman susmuş, mekan yok olmuştu. Su yoktu, ekmek yoktu, sıcaklık yoktu.
Kırık kirrmitler, irili ufaklı çimento parçaları , eğribüyrü inşaat demirleri, kalın bir toz tabakası vardı. Tabii baba da oğul da hiçbir şey göremiyordu. Çünkü ışık yoktu.Yaşama dair sadece umut vardı.
-Baba!
-Hı! - Nasılsın?
- İyiyim. Bak Zemine bana su getirdi. İçiyorum. Sen de ister misin?
Ahmet bir tuhaf oldu. Kapkaranlık bir ortamda ne zeminesiydi, ne suyuydu? - Baba ne suyu, zemine ölmüş
- Yok oğul, görmüyor musun aha benim sırmalı bardağım vardı ya onunla dudaklarıma su veriyor. Bak bak annen de geldi. O da yemek yapmış. Kalk beraber yiyelim. Haydi gel!
Ahmet korkmaya başladı. Yoksa gözleri mi kör olmuştu. Eliyle gözlerini oğdu. Hiç bir ağrısı sızısı yoktu. Ağlamaya başladı. - Baba!
- Hı ! Eş he dü en la ila…..
-Yoksa kör mü oldum? - Baba!
…. - Baba!
Artık babadan ses gelmedi. Ahmet ne kadar bağırıp çağırdıysa boş. Babası da ölmüştü.
Tekrar ağlamaya başladı. Hıçkırıklarını yenemiyordu. Kalkmaya çalıyor ama yok. Sağ eliyle babasını yokladı. Elini bir saç yumağına koymuştu. Avucunu kapatıp açtı. Zeminenin saçlarıydı. Çünkü babasının saçları bu kadar uzun ve gür olamazdı.
Başını sağa sola oynattı. Hiç bir ağrısı sızısı yoktu. Belliki sadece enkaza sıkışmıştı.
Bir süre öylece bekledi. Gözlerine yavaş yavaş uyku geliyordu. Uyumamalıydı. Ögretmeni böyle durumlarda uyumamın tehlikeli olduğunu söylemişti. Ne kadar direttiyse de sonunda yenik düştü.
Farkında bile olmadan derin bir uykuya daldı. Rüyada Zemine’yle okula gidiyordu. Avucunda yirmilik banknot vardı. Zemine bir ritm eşliğinde seke seke yürüyordu. El ele tutusmuşlardı. Abisine döndü “Abi on lira senin on lira benim değil mi? ” Ahmet olur mu sen altı yaşındasın ben dokuz. Yaşlarımıza göre bölüşeceğiz. Dokuz pay benim beş pay senin .” Nasıl hesap edeceğiz peki? ” ” Şaka şaka canım benim, hepsi senin olsun istersen…” ” Tamam abi kantinde iki tost, iki meyve suyu yaptırır beraber yeriz..” ” Yirmi lira dediklerine yetmez akıllım. Bir tost iki meyve suyu anca tutar…”
Zaman ne kadar geçti bilinmez derin uykusundan uyandı. Birden benliğini bir korku sardı. Ailesinin cesetleri arasında tek kalmıştı. Tarifsiz ürperdi saçlarını diken diken etti. Annesi, babası,kardeşi, şimdi sıra bende mi acaba? Azrail nerden gelecekti? Alnından soğuk soğuk ter damlaları birleşti. Enkazın tozu ile birleşerek çamur tomurcukları oluştu. Bir uyudu bir uyandı. Saat zaman belirsizdi. Ayaklarında karıncalanma başladı. Babasını saran karıncalar kendisini mi sarmıştı. Yoksa ölüm sırası O’na mı gelmişti.
Birden bir sesle irkildi.
“Sesimi duyan var mı!!!”
Beynine kan sıçradı. Aman Allah’ım.
Deprem olunca enkaz altında kalanlara böyle seslendiğini biliyordu.
Kulakları mı yanılmıştı? Rüyada mıydı?
Yoksa ölüm öncesi halüsilasyon muydu? Bu karmaşık duygular içinde iken ses tekrar geldi. - Sesimi duyan var mı!!!
Artık susmanın zamanı değildi. Bütün gücüyle bağırdı, - Ben varım. Burdayım!
Yetmedi sanki. Eliyle zemine vurmaya başladı.
Dışardan sevinç naraları atıldı. AFAD ekibinden Hasan, hazine bulmuşcasına bağırdı. Koca koca beton blokların arasında molozların örtüğü arayı göstererek, - Burdan ses geliyor. Derhal iş başına.
Ahmet ; testere seslerini , konuşmaları
Motor seslerini duyabiliyordu. Karanlık bir kuyudan yukarı bir ilerleyiş vardı.Bir kalabalık kol kola, omuz omuza, nefes nefese, adım adım yaklaşıyordu.
Kurtarma ekipleri hummalı bir çalışma içindeydi. Kürek, kazma, balta, keski, her edevat durmadan işliyordu. Sesler git gide yaklaşıyordu. Öyle ki çalışanların yorgun nefesleri bile duyulmaya başlandı.
Birden her şey sustu. Etrafta çıt yok.
Ahmet korktu, ürperdi. Ne olmuştu? Vaz mı geçtiler. Birden irkilidi. - Sesimi duyan var mı?
- Burdayım burda!
- Tamam aslanım geldik.
Şafak beyazlığı başladı sol yanında. Karanlık ağardı ağardı. Beton ,kiremit kırıntıları döküldü. Önce iğne ucu kadar ışık göründü. Sonra büyüdü. Etrafı aydınlandı. İçeri hayat girdi, nefes girdi, umut girdi. Sevinç gözyaşları hüzün girdi.
Hasan’ı görüyordu. Başında turuncu bareti vardı. Sarı , fosforlu yeleği vardı. Kalın bıyıkları, gür kaşları, hafif ağarmış sakalı, en mühimi yüzünde nur vardı. Heyecan içinde - Abi dedi.
- Ahan geldik aslanım , korkma seni ordan alacağız.
-Abi biraz su ver çok susuzum. - Sabret aslanım, su da vereceğim yemek te. Adın ne senin?
-Ahmet
-Benim Hasan,
-Kaç yaşındasın Ahmet? - Dokuz
-Yanında kim var?
-Babam annem kardeşim?
-Onları da kurtacağız
-Onlar ölmüş galiba
-Belli değil aslanım. Onları da kurtacağız
-Hasan abi!…
Hasan elindeki keskiyle bir demiri kesiyor, sonra bir balyozla betonları kırıyor, kovaya dolduruyor, kovayı yanındaki arkadaşına veriyor, o da ötekine sıralı bir şekilde molozları boşaltıyorlar. Elden ele dolu kovalar gidiyor, boş kovalar geliyor.
Hasan hem çalışıyor hem Ahmet’i
Konuşturuyordu.
-Ahmet - Buyur Hasan abi
- Kaçıncı sınıfa gidiyorsun?
-Üçüncü
….
Nihayet yıkılan blokların arasında Ahmet’i çekip aldılar.
Ahmet,alkışlar eşliğinde sedyeye bindirildi.
Tekbir! Allahüekber! Allahüekber!
Sedye elden ele ambulansa doğru havada gidiyordu. Bir televizyon sunucusu bayan ,hem ağlıyor hem de sunuculuk yapıyordu.
-Evet sayın izleyiciler, şimdi şimdi Ahmet’i enkazdan çıkardık. Öğrendiğim kadarıyla sağlığı iyi. Ahmet Ahmet dokuz yaşında. Ahmet bizi çok sevindirdi. 200 saat sonra gelen bu mucizevi haber herkesi sevince boğdu. Ancak annesi, babası ve kardeşi ölmüş ne yazık ki. Kusuruma bakmayın ağlıyorum. Gözyaşlarım hem sevinç hem hüzün için. Evet değerli izleyenler Artık Ahmet devletimizin şefkatli kollarında.
Kalabalıktan biri tekbir diye ayak verdi.
Herkes bir ağızdan bağırdı, Allahüekber! Allahekber!
Tekbir nidalarına karmakarışık duygular ekleniyordu. Gah kurtulan bir can ,cümlesini sevince boğuyor, gah yarı yatık bir binanın yıkılması ile toz duman, hüzün cümlesini boğuyordu.
Cihangir BOZ
Bir cevap yazın