Anılarımın zeytin kraliçesi, kara gözlüm, sevgilim.
Sevilenlerle temasın kesildiği bir kopuş mesafesinden yazıyorum sana. Uzağın varlığını inkâr eden bir geminin içindeyim. Benimkisi sürüklenerek bir limana ulaşma yanılsaması. Uzağın varlığını inkâr edenler kendi içlerindeki uzak tarafından kemirilir sadece.
Denizin alnındaki yakamozları öperken şilepler, sen bana kıyıdan uzaklaşan geminin ardından değil de giden geminin içinden el sallıyorsun.
Çocuklar tek boynuzlu atların gerçek olmadığını tabii ki bilir. Ama gerçeklikten ne kadar uzağa götürürlerse kendilerini gerçek olana o kadar yakın hissederlermiş. Zira büyülü bir gerçekliktir özlem duydukları. Keşke biz de tek boynuzlu atlar masallarına inanmayı sürdürseydik.
Karıncalar yorgun savaşçılar gibi sırtlarında taşıyor ölülerini. Sessiz bir requiem eşliğinde sürüp giden bu sürükley(n)iş oranın yasasıdır, ölülerinin mutlu mesut uykusuyla özdeşleşmek için sürüp gider. Varlıkları kendine doğru sürükleyerek büyüyen boşluk ve gövdeleri sürükleyerek geçen zaman. “Her ilişkide bir parçamız kalır” demiş şair, ufalana ufalana bir karıncaya dönüşmüş benliğimiz bir yenilgi yasası uyarınca sürüklenir boşluğa.
Ezilmiş kalabalıkların sefaleti, yükselen devrim, lanetli güçlerin alaşağı edilmesi, bütün bunlar bir kenarda bekleyebilir. Şimdi şehvetli kalçaların kıvraklığıyla içimizi delen bu iştah kabartıcı av mevsimindeyiz. Oysa devrim olmadan masum bir aşkın mümkün olmadığının kimse ayırdında değil.
Etrafım kuru sesler pazarı, gürültülü sohbetler. Adeta karnından konuşan kötülük. Hiç kimse anlamın peşinde değil. Oluşturduğu anlam aralığı içinde kelime, hangi izlek üzerinden tümlemekte, kimsenin umurunda değil.
Bizler de bu küresel gürültünün içinde yüzen rehineleriz sevgilim; konuştuklarımızla kurban, sustuklarımızla suç ortağı.
Bir öykü üzerinde çalışıyorum bu aralar. Genelevde çalışan bir kadın öldürülüyor. Bu cinayetten sonra, kadının müdavimi, onu gizlice seven adam, kadının ölümünden sonra onu yalan dolu eski hayatına bağlayan son bağları da koparıyor.
Ölen kadının varlığı, hayattan koparılması kimsenin sorunu değil. Sadece suçluyu bulmak, yasayı uygulamak konuşulmakta. Yasanın öngördüğü, verili iyinin ve kötünün ötesinde bir ahlâkî varoluşu kimse iddia etmiyor dışlanmak korkusuyla.
İyi, güzel ve ahlâklı olarak usuma kodlanan sendin; bir tinin ideali sendin.
Depoda aylarca beklediği için tozlanmıştı resmin; ama onu tertemiz yaptım, güzel rengini ortaya çıkarttım gözlerinin; derin göllerin suyu gibi karanlık gözlerinin.
Deli ırmakların ve zamanın dilini sen öğrettin bana; ateşi sönmeyen zamansızlığın dilini. Yürek yangınlarıyla, acı ve mutlulukla, barış, onur ve insana yakışır bir dünyanın sessiz çığlıklarıyla konuşmanın biricik dilini sen öğrettin.
Hem inandığımız hem kuşku duyduğumuz zamanlardı. Hem aydınlık mevsimiydi hem karanlık. Ardında dünyalar ışıyan camlar dururken, üşümelerin içimdeki boşluğu yokladığı uzun kış geceleri. Hatırlarsın, kara rağmen ışık düşmezdi karanlığın kalbine. Uykularım kesik kesik, korkunç bir sonla biten peri masalları, rüyaların söylediği yalanlar yüzünden geçmezdi zaman.
Her şeyi içine alan kocaman bir yanılsamadır hayat. İşte öyle bir vakitte taş alıp taş üstüne koydum. Küçük bir ev kurdum. Yerleşik bir yuva yanılsaması için kalbinden bir parseli sahiplenmekti peşinden sürükleyen düş. Güneşe bakan penceresi işaretlenmemişti henüz, yıkıntılarımla dolu haritalarımda. Tam işim bitti derken, görüyor musun, büyümek gelip yıkıyor yuvamızı. Yıkıyor evimizi, yazın ortasında kar yağdırtan zaman.
Mutluluğu taşıyamama halleriyle içinde debelendiğimiz, yalnızlığımızın kalesine dönüşen yuvamız.
O mutlu olma beceriksizliği neydi sahi? Yaradılıştan beri bulamadan peşinde olduğumuz, bulsak da onunla yapamayacağımız mutluluk denen şey neydi?
Alçakgönüllülükle, bağlılıkla ve minnettarlıkla sevmeyi ve sevilmeyi bilmemek miydi acaba?
Kesişen haritalara işaretlemişler Kafka’nın hayata bakan kırık camlarını. Başkaları zamana mekâna düşer; bense zamandan ve uzamdan düştüm. Hiçbir şey ruhuma hiçlik kadar baskı yapmıyor senden sonra. Ayrılık tarafından zamana itilince, aynı anda bize bir yazgı bahşedilir. Çünkü kader denen şey ancak cennetin dışında olur.
Gitmek ve kalamamak arasındaki saatlere yağıyor yağmur kalbimin boşluğundan. Yalnızlık olup, nehirlere akıyor. Gel de gör şimdi, gökkuşağının altında nasıl da rengârenk o nehir, nasıl da coşuyor suları. Nasıl da akıntının sürüklediği binlerce taş birikmiş içinde; benim içime ise nicedir yalnızlığın taşları.
O uğultulu rüzgâr olmalısın ölüm, yetkinlikten yoksun, çirkin dünyanın kalbinden esen. Sen daha bilmezsin küçüğüm, toprağı nasıl da yumuşak olur mezarların. Ölümün kılı kırk yaran titizliğidir, ayakların çabuk alışır, düşmezsin. Sana boşluğu ve kanmayı anlattıkça güzel düşersin uçurumuna.
Sedirin dikildiği yer, şimdi mutluluk mekânı olmuş dikenlerin, altında son soluklanma molası, belki orada bir kerecik olsun huzura kavuşur ruhlarımız.
Güneş yine ısıtacak ateşin ezberleriyle, yakana kadar içimizi, ışıyacak, eritene kadar ayrılığın buzlarını. Sonra bir altın huzme gönderecek dağlara, bu sayede doruklara inanacağız, sınırlara saygısı olmayan bir düşün peşinden. Bu kış kimse üşümeyecek, inanmanın güzelliğiyle.
Kalk da yorulan yüreğini yüreğime kat, birlikte varalım büyüdüğümüz sokakların coşkusuna. Uzun zaman oldu, bir kerecik gel de sevdiklerinle kucaklaş, tüm sokakların yüzü sabaha çevrilirken, bana sarılma istemezsen.
Saçların yere düştü mü sevgilim, dönmeyen gitmelere değdi mi uçları? Yoruldu mu yüreğin? Tamam, sen biraz uyu ihtilâlimin fidanı, bayrağı bana ver, uzat da onu dağlara asayım. Çiçekler daha direngen, daha güzel olur dağlarda. Bu yüzden hiç kurumaz, kökleri yere sağlam tutunmuş, hayal gücüyse göğün zirvesine doğru dallanıp budaklanan ağaç.
Yolun açık olsun sevdiğim, uzun soluklu olsun yürüyüşün, çünkü yıldızlara koşuyorsun!
Bir cevap yazın