Günlerden pazar. Hayat her zamanki durağanlığıyla devam ediyor. Her şey olması
gerektiği gibi ya da değil. Bunu gerçekten bilmiyordu. Hayatın karşısına getirdiğini
yaşamış gerisiyle pek de ilgilenmemişti Adem. Zaman zaman bazı şeylerin farklı
olabileceğini düşünse de bu hissin ona getirdiği huzursuzluk yüzünden kendisini bu
düşünceden uzaklaştırmanın bir yolunu buluyordu. Monotonluğun ona getirmiş olduğu
güven sandığı hissizlik hayatını çoktan ele geçirmişti. Hayatı pili hiç bitmeyen bir saat
gibiydi.
Dışarı çıkmak için hazırlandı. Ve evet bugün de diğer pazar günleri yaptığı gibi parkta
biraz oturacak haftalık alışverişini yapıp evine dönecekti. Geçeceği sokaklar, duracağı
ışıklar, selam vereceği esnaf her şey ama her şey belliydi.
Kısa bir yürüyüşün ardından parka vardı. Mevsim sonbahar olduğu için yapraklar
dökülmüştü. Hava ılıktı. İnsanlar kış gelmeden kendilerini son kez yeşilliklere
bırakabilmek için parkı doldurmuştu. Koşuşan çocuklar, el ele gezen sevgililer, yaşlı
teyzeler… Hemen her gruptan insan vardı. Bu grubun bir parçası olmak Adem’e huzur
veriyordu.
Derken yanına bir çocuk geldi. Kağıt toplayan, muhtemelen sahipsiz bir çocuktu.
Adem’den izin isteyip yanına oturdu. Bankın en ucuna, arkasına yaslanmadan sanki
vücuduna çiviler batacakmış gibi oturmuştu çocuk. Çocuğun durumu Adem’e garip
hissettirdi. İnsanın bir ailesi ya da onu koruyup kollayanı en azından bir düşüneni
olmayınca parktaki banka bile rahatça oturamıyordu. Bu parktaki herkes bir yere aitti. İki
kişi dışında.
Çocuğa ismini sordu Adem. Metin diye cevap verdi çocuk. Acaba bu adı ona kim
vermişti? Anlamını önemsemiş miydi ya da bu çocuğun hangi gün hangi saatte doğduğu
belli miydi? Göbek bağı özenle hayaller kurularak bir okula bir hastaneye gömülmüş
müydü? İlk adımlarını ne zaman atmıştı? Birileri sevinmiş miydi? İlk kelimesi neydi? En
sevdiği yemek? Adem’in kafasında buna benzer onlarca soru vardı. Evet bu çocuğa
sorabileceği adı dışında hiçbir şey yoktu. Okulunu soramazdı. Çünkü muhtemelen
gitmiyordu. Ve soramadığı sorular yüzünden kalbine, beynine binlerce diken batıyordu.
Bu arada sorabileceği bir soru daha vardı. Arkadaşları… Muhtemelen Metin’le aynı kaderi
paylaşan arkadaşları.
Metin ise bu sırada etrafına bakınıyordu. Ailesiyle piknik yapan çocuklara, top
oynayanlara, parkta koşanlara. Ama gıpta ederek değil. Sadece merakla. Çünkü kimse
Metin’e böyle bir vaatte bulunmamıştı. Adem gibi Metin de sadece bu kalabalığın bir
parçası olmak istiyordu. Uzaktan beklentisiz, çabasız. Sadece bir bütünün parçası olmak.
Adem beynini tırmalayan sesleri biraz olsa susturup konuşmaya başladı. Metin’e
kağıt toplamayı seviyor musun diye sordu. Sorduğu anda sorunun ağırlığı, saçmalığı
içinden bir şeyler kopardı. Evet muhtemelen 8-9 yaşındaki çocuğa sorabileceği en kötü
sorulardan biriydi. Peki duymak istediği cevap neydi? Evet mi hayır mı? Hangisi daha
iyiydi? Hangisi Adem’i biraz olsun rahatlatacaktı? Bu çocuğa verilmeyen, hatta daha
kötüsü verilmesi akıldan bile geçirilmeyen bir hayat vardı.
Derken Metin cevap verdi. ‘Bilmiyorum’
Alabileceği en kötü cevap buydu galiba evet. Sevmek, sevmemek Metin için bir
seçenek değildi. Peki seviyorum deseydi Adem için ne değişecekti. Mutlu mu olacaktı ya
da vicdanı biraz olsun onu rahat mı bırakacaktı? O da Metin gibi bilmiyordu. O sırada
yanlarından simitçiler, baloncular geçiyordu. Metin’ e bunlardan almak istiyordu ama bu
bile vicdanının daha fazla sızlamasına sebep oluyordu. Hiçbir şeyi olmayan bir çocuğa
balon alınca iyi bir insan mı olacaktı? Evine dönerken ruhunda bunun huzurunu
hissedecek miydi? İyi bir insan olmak kimsesiz bir çocuğa balon alıp sonra hayatına
kaldığın yerden devam etmek olamazdı. Bu çocuğun hayatında bir şeyleri
değiştirebilmeliydi.
Ama bu değişimin nasıl olacağıyla ilgili aklına hiçbir şey gelmiyordu. Kendince zeki,
vicdanlı, yardımsever bir insandı. Ve bu parktaki diğer kişiler. Karşısındaki bankta oturan
karı koca da öyleydi emindi bundan. Yanlarından geçen simitçi de iyi bir insandı. Ama
kendince. Bu iyilik sadece bir yanılsama, bir vicdan rahatlatma mıydı? Bu düşüncenin
ağırlığıyla omuzlarına onlarca ton yük yüklenmiş gibi hissediyordu Adem.
Hızla oturduğu banktan kalktı. Kafasındaki onlarca düşünceyi arkasında bırakmak,
unutmak istercesine yürüyebileceği en hızlı şekilde yürüyüp parktan çıktı. Sokakları,
ışıkları, caddeleri geçti ve evine geldi. Bitmişti işte bugün de. Sonunda evine gelmiş, her
şeyi geride bırakmıştı. Ama sabahki Ademle şu anki niye aynı kişi değildi.
İçindeki huzursuzluğu bastırabileceği bütün etkinlikleri yaptı. Film izledi, kitap
okudu, oyun oynadı. Ama hala aynıydı. Ve bu huzursuzluk gittikçe artıyordu. Bastırdığı
düşüncelerden kaçmanın en iyi yoluna gelmişti sıra uyumak. Uyurken hiçbir şey
düşünemezdi, hissedemezdi de. Ama onu da yapamadı. Kafasının içinde tekrar eden bir
soru vardı. Neden Metin’le bu kadar çok empati kurabilmişti. Niye? Cevabını biliyordu
aslında. Adem de bu hayatı hep bankın ucunda oturan Metin gibi yaşıyordu. O da Metin
gibi kalabalıkların içine karışmanın yollarını arıyordu. Ama yapamıyordu.
Kendince düşündü. Bu durum yeni miydi ne zamandır böyle hissediyordu? Bu koca
şehrin, yıldızların altında kaybolmuştu. Bir insan bedenen olmasa da ruhen kaybolabilir
miydi? Sanki dünya o yokmuş gibi döner miydi? Aylar, yıllar, mevsimler bir insanı
önemsemeden geçip gider miydi? Adem’in kendine sorduğu bu soruların cevabı açıktı.
Adem vardı ama yoktu. Tıpkı Metin gibi. Tıpkı toplumun içinde kaybolmuş evini, yerini
bulamamış insanlar gibi o da kayıptı. Bir insan nasıl kaybolurdu ki ya da neden bulunmak
bile istemeyecek kadar bu durumu kabul ederdi. Kendince bulduğu bütün cevaplar yeni
sorular üretiyordu zihninde.
Ve bulduğu cevaplarla huzursuzluğu biraz daha artıyordu. Peki neden kaybolmuştu?
Adem de Metin gibi yok mu sayılmıştı? Ya da varken yok gibi miydi insanların
hayatında? Söz hakkı, seçim hakkı verilmemiş miydi? Sadece önüne geleni sorgulamadan,
daha iyi olabilir mi demeden yaşayıp geçmiş miydi? Ve evet kendine sorduğu bu soruların
cevabı da evetti. Sevgisizlik ve mücadelesizlikle Adem kaybolmuştu. Peki nasıl
bulabilirdi kendisini. Galiba biliyordu cevabını. Sevgiyi karşılık beklemeden vererek ve
mücadeleden hiç vazgeçmeyerek. Evet formül galiba buydu.
Bu yoğun düşüncelerin içinde çırpınırken güneşin yavaş yavaş doğduğunu farketti.
Camı açıp temiz havayı içine çekti. Bu onun bulunma mücadelesindeki ilk adımıydı.
Farkına vararak, hissederek içine çektiği nefes bile onun için büyük bir adımdı.
Üzerini değiştirip evden çıktı. Dün gittiği parka yürüme koşma arasındaki adımlarla
gitti. Bulunmak için bulması gerekiyordu ve sevilmek için karşılıksız sevmesi.
Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. En son ne zaman bu kadar heyecanlı hissetmişti
hatırlamıyordu. Parkın her yerinde durmadan dinlenmeden Metin’i aradı. Hava düne göre
biraz daha serindi. Dünkü kalabalık yerini sakinliğe bırakmıştı. Parkta sadece parkı bir
geçit olarak kullanan insanlar ve günlük yürüyüşüne çıkmış birkaç yaşlı vardı.
Dün Metin’le oturdukları banka gitti. Biraz oturup sakinleşmeye ihtiyacı olduğunu
hissetti. Metin ‘i bulmalıydı. Etrafında kaybolmuş kim varsa bulmalı onlar için bir şeyler
yapmalıydı. Ancak bu ona iyi gelebilirdi. Görmezden gelmeden, yok saymadan, sadece
vicdan rahatlatmak için değil samimiyetle bir şeyler yapmalıydı.
Dünkü simitçinin karşıdan yavaş yavaş geldiğini gördü. Hızla yanına gitti. Buralarda
kağıt toplayan çocukları nerede bulabileceğini sordu. Simitçi, nerede olduğunu bilmediğini
ama mutlaka gün içinde parka geldiklerini söyledi. Adem’in beklemekten başka çaresi
kalmamıştı.
Yine gidip banka oturdu. Bugün işe de gitmemişti. Hem de kimseye açıklama bile
yapmadan. Ama bu durum onu hiç korkutmuyordu. Diğer iş arkadaşları geç gelirken
bazen sadece uğrarken görmezden gelinebiliyordu. Artık Adem de iltimas gösterilen
olmak istiyordu. Sonuçlarını şimdi düşünmek istemiyordu. Çünkü sebepleri onu bundan
alıkoyuyordu. Önce yavaş yavaş sebepleri bulacaktı. Sonra sonuçlara ulaşıp yapbozun
eksik parçalarını tamamlayacaktı. Biliyordu bu düşündüğü şeyler öyle kolay kolay
olabilecek şeyler değildi. Ama bunu yıllar önce kaybettiği ve arama tenezzülünde bile
bulunmadığı Adem’e borçluydu. İnsanın kendine borçlu olması borçların en ağırı değildi
belki ama en can sıkanıydı. Çünkü ödenip ödenmediği hiçbir zaman bilinemeyecekti.
Derken karşıda kağıt toplayan bir çocuğu gördü. Metin değildi ama Metin’i
tanıyabileceğini düşünerek yanına gitti. Çocuğa Metin’i sordu. O da tanıdığını Adem’i
Metin’e götürebileceğini söyledi. Yola düştüler derme çatma evlerin olduğu; gündüz
olmasına rağmen karanlık kasvetli bir havaya hakim olan sokağa girdiler. Bu sokağın iki
sokak üstünde ultra lüks evler, milyonluk arabalara binen insanlar vardı. Burada ise tek
kazanım karın tokluğuydu. Bu adaletsizlik miydi yoksa görmezden gelme mi?
Ama şundan emindi o evlerde oturanlar vicdanlarını rahatlatmak için kendilerince bir
şeyler yapmışlardı. Yetip yetmeyeceğinin muhasebesini bir saniye bile yapmadan.
Sonunda ulaşacakları yere vardılar. Dışarıdan terkedilmiş gibi görünen muhtemelen de
sahipsiz olan çok eski bir eve geldiler. İçeriden girince yerde eski bir battaniyenin
üzerinde oturan Metin’i gördü. Metin, Adem’i görünce çok şaşırdı. Galiba hayatında ilk
defa biri Metin’i aramıştı ve bulmuştu da.
Hemen ayağa kalktı ve Adem’in geliş sebebini anlamak istercesine gözünün içine
baktı. Adem dışarıda konuşmak istediğini söyledi. Metin kafasıyla onaylayarak Adem’den
önce dışarı çıktı. Sokağa çıktıklarında Adem heyecanla cümleye girdi. Metin için bir
şeyler yapmak istediğini söyledi. Hayatına dokunmak istediğini, hayatında gerçekten bir
şeyleri değiştirmek istediğini söyledi.
Metin cevap vermeden sadece bakıyordu. Yüzünde hem heyecan hem de galiba
hissettirmek istemese de çok büyük bir ümit vardı. Beraber bir aile olmayı hayatlarındaki
eksikleri birbirleriyle tamamlamayı istiyordu Adem. Biliyordu bu büyük bir sorumluluktu.
Kaldırıp kaldıramayacağını da bilmiyordu. Ama yine de yapmak istiyordu. Sonunu ya da
kendi menfaatlerimizi düşünerek yapmadığımız her şey bizi her geçen gün iyi bir insan
olmaktan uzaklaştırıyordu. Şu an bildiği tek şey buydu.
Adem için Metin yeni bir hayatın anahtarı gibiydi. Evet dünyadaki bütün
adaletsizlikler, görmezden gelmeler bitmeyecekti ama Adem tüm kalbiyle elinden geleni
yapmış olacaktı. Bu his korkularından kat be kat fazlaydı.
Metin’le yeni bir hayata başladılar. Kaybolmuş iki insan. Biri 32 diğeri 8 yaşında.
Alelade bir parkın bankında başlayan dostluk Adem’ e kendini buldurmuştu bu da
yetmemiş küçük bir çocuğun hayatını değiştirmişti.
Ve Adem artık şundan emindi. Bazı şeyleri bulmak için kaybetmeliydik. Bazen
kendimizi, bazen vicdanımız, bazense iyi niyetimizi. Yeter ki bulmaya niyetimiz olsun…
Yeter ki kaybolmuşları görmezden gelmeyelim…
Bir cevap yazın