Gülizar kasıklarında ateşli bir acıyla uyanır uyanmaz yüzündeki kurumuş tükürük kokusunun bulantısıyla helâya koştu. Öğürdü, aksırdı, genzinden ve burnundan acı sular geldi fakat kusamadı. Soluk soluğa doğrulup elini yüzünü yıkarken, lavabonun deliğinden haleler halinde yükselen bir ejderha, kızın çilli burnuna ve kıpkırmızı kesilmiş suratına bakarak alevlerini savurdu. Karşısında apansız peydah olan ve bir görünüp bir kaybolan grili siyahlı ve çirkin mi çirkin ejderhanın korkusuyla donup kalan Gülizar, bir an ürkünç bir karabasanın tam ortasında mahsur kaldığını sandı. İçeriden gelen balgamlı öksürüğün sesiyle irkilerek kendisini odaya atan kız, yatağın içinde uzun kolları kıllı, kocaman göbeği yağlı ve kürklü bıyıklarının örttüğü dudaklarıyla tıslayarak uyumakta olan dev bir sırtlan gördü. Duvarlar ve yer başı dönen kızın ayaklarından çekilir gibi olurken, kapının arkasına asılmış duvağını ve hemen altında da teki ters dönmüş beyaz ayakkabılarını fark etti. O lahza birden bire ortaya çıkıp yerdeki ayakkabılardan birini eline alan yakışıklı Prens, yarı açık pencereden aşağı atladığı gibi yok oldu. Gülizar Prens’in arkasından bağırıp, “Dur, aradığın Prenses benim! Ayakkabı benim!” diye bağırdı ancak bahçedeki beyaz atına atlayıp dehlemiş olan Prens, atının dörtnala tıkırtılarıyla uzaklaşıp kayboldu.
Gülizar odadaki somyaya ilişip karnını tuttu. Efsunlu gözleriyle yataktaki sırtlanı kolaçan ederken, elini eteğinin arasından apış arasına sokup orasını elledi. Yanıyordu, acıyordu. Parmaklarını burnuna götürüp kokladı; zaten bulanıp duran midesi iyice kalktı. Tiksintiyle eline baktığında, avcunun ortasındaki kınayı gördü. Kınanın boyadığı ayasındaki ince çizgilerden canlanıp bir anda Gülizar’ın boynuna dolanan Şahmeran, parlayan ıslak pullarını kızın bütün vücudunda gezdirdikten sonra yavaşça süzüldüğü halının kareli, çizgili ve ebruli desenlerinde sırra kadem bastı.
Kapı tıkladı ya da Gülizar’a öyle geldi. Kalbi hızlı hızlı çarpmaya başlamışken kapı uzun bir gacırtıyla açıldı. Parmaklarının ucunda tin tin adımlarıyla içeri giren siyah çarşaflı, eğri burunlu, tırnakları kapkara ve dişleri ayrık bir koca karı, dibine kadar yanaştığı kızın boynundaki beşi bir yerde’yi sert bir hamleyle çekip kopardığı gibi cebine attı. Boğumlu işaret parmağını mürekkep renkli dudaklarına götürüp ‘Sus’ işareti yapan koca karı, geldiği gibi sinsi adımlarla sessizce çıkıp gitti.
Yataktaki sırtlan homurtuyla dönüp çıkardığı gazın vermiş olduğu rahatlamayla uykusuna devam ederken, Gülizar ayaklarını karnına çekip somyada kaykıldı. Ağlıyordu. Memelerinin sızlayan ucunun acısı, yanaklarındaki salya kuruları, sabaha kadar sopalarla vurmuşlar gibi ağrıyan leğen kemiği ve apış arasının yangını beynine hücum etmiş, kızı avlanmış bir ceylan gibi somyanın üzerinde iki büklüm bırakmıştı.
Duramadı. Çıplak ayakları tahtadan zemine ipekten birer mendil gibi dokunup çekilirken, usul adımlarıyla yanaştığı köşedeki dolabın çekmecesini sessizce açtı. Çeyizinden dizili banyo lifleri, işlemeli havlular, danteller ve mendiller arasından yükselen naftalin kokuları Gülizar’ın saçlarına karışıp odaya savrulurken, kız çekmeceden fitilli bir teneke lamba çıkardı. Küçücük elleriyle alelacele ovaladığı lambayı bir kaç kez ve öylesine naif okşayıp durdu ki; lambanın ucundan yükselip neredeyse odanın tavanına kadar varmış yemyeşil heybetiyle beliren bir cin, çattığı kara kaşları ve hiddetli sesiyle gürledi, “Ne dilersen boş Gülizar, dile başka kimden ne dilersen!” Duyduklarıyla dudaklarını ısıran zavallı kız dizlerinin üstüne çöküp kalmışken, lambanın ucunda sönüp yok olan cin gayba karıştı.
Odaya karanlık çöktü. Biçare Gülizar kalkıp pencereye yanaştı. Bir ümit, bir el, bir umar arayan gözleriyle bahçeye baktığında, çalıların arasında dikilip duran silindir şapkalı dev bir karınca gördü. Ellerini beline atmış ve ağzında koca bir puro tüttüren karınca az ötesindeki ufacık Ağustos Böceğini azarlayıp duruyor, bir deri bir kemik kalmış olan Ağustos Böceği yorgun gözleriyle yere bakıyordu. Karınca az ötedeki ağaca dayanmış yığınla palamudu işaret ederek, dizlerinde derman kalmamış böcekten bütün palamutları yuvaya taşımasını emrettikten sonra arkasını dönüp gitti. Sert bir rüzgâr esse devrilecek kadar zayıf duran böcek palamutları sırtına vurup yorgun adımlarla taşımaya başlamışken, Gülizar perdeyi çekip odaya döndü.
Yerinden sıçrayarak uyanan sırtlan gözlerini araladı. “Ne geziyorsun kız ayakta?” Bir suçlu gibi tir tir titreyen Gülizar ne diyeceğini bilemedi. Yattığı yerden uzanıp kızı bir hamlede yatağa çeken sırtlan, ıslak dilinin ısırıklı öpücükleriyle giriştiği kızın ince boynuna, çelimsiz omuzlarına ve pembe memelerine yumuldu. Döşek oldu Liliput, Gülizar oldu Guliver… Cücelerin kızı yüzlerce sicimle sıkıca bağladıkları yatakta kurdun yüklendiği Gülizar’ın kaburga kemikleri çıtırdadı, kasıkları ayrılıp kopacak gibi oldu. Gözleri bir ölününki gibi açık ve donuk bakan Gülizar, tavanda dönüp duran dev bir yel değirmenin arkasından koşarak gelmekte olan Don Kişot’un müstehzi gülümsemesini ve fukara meydan okumalarını gördü. Kurdun üstünde gidip gelmesi yüzünden azalıp çoğalan sesine son bir gayret ekleyip bağırdı, “Benim, benim! Dulcinea benim! Sana diyorum, Dulcinea benim!” Kargısı kırık Don Kişot’un duyulmadık küfürler savurarak koşmasıyla kızın hemen dibinden uçup kaybolması bir oldu. Odada sadece sırtlanın ateşten nefesinin alazı ve Gülizar’ın dönüp duran yel değirmenlerinde donup kalmış gözlerinin fersi kaldı.
Bir süredir uyuduğunu ya da bayıldığını ve nihayet ayıldığını anlayan kız, dudaklarında daha önce hiç tatmadığı kadar rayihalı bir öpücükle gözlerini açtığında, başucuna dizilmiş yedi tane cüce ve kendisini öpmüş olan Yusuf’u gördü. Aklı karışmış bir halde doğrulup etrafına baktığında, yedi cücelerin duvar diplerine doğru uzayan gölgeler halinde kaybolduklarını ve Yusuf’un bembeyaz gömleğini çıkarıp yanına sokulduğunu fark etti. Sırtlan yatağındaki yabancıyı hisseder hissetmez korkunç pençeleriyle zemine doğru öyle bir yumruk savurdu ki, pençesini vurduğu yerde koca bir çukur açıldı. Dişleriyle ensesinden tuttuğu Yusuf’u çukura fırlatan sırtlan, Gülizar’ın tüm feryatlarına rağmen çukuru iki hamlede örttü ve oda tekrar ölümcül bir sessizliğe gömüldü.
Gülizar sırtında terle yataktan kalktığında, gündüz mü gece mi anlayamaz haldeydi. Kırmızı başlığını giyip pelerinini taktıktan sonra ormana doğru koşmak istedi. Yapamadı. Odanın köşesinde yalanıp duran Çizmeli Kedi’nin epeydir ilgisini çekmeyen ve yuvarlanıp yatağın altına kaçmış olan yumağını eğilip aldı. Nemli gözlerle çözdüğü ipliği tıpkı annesinin saçlarını ördüğü gibi ikişer dörder düğümlerle büküp bağladı. Cellâtların mahkûmları asmak için yaptığı ilmikli halkalardan birini örüp pencerenin yanındaki sandalyeyi çekerek üstüne çıktıktan sonra tavandaki kirişe geçirdiği ipi sıkıca düğümledi. Duru gözleriyle bir an pencereye bakan kız, ince boynuna geçirdiği ipin boğumunu küçük elleriyle tutarken hiç korkusuz salladığı sandalyesini bir hamlede devirdi. Gülizar’ın toz şeker beyazı çıplak ayakları boşlukta sallanırken, devrilen sandalyenin sesiyle uyanan sırtlan, kıza bağıra çağıra sarılıp indirmeye çalıştı.
Jandarma erleri Cumhuriyet Savcısı’nın imzasını aldıktan sonra Gülizar’ın cesedini ailesine teslim ettiler. Gülizar’ı soğuk bir kış günü köy mezarlığının dışındaki bir kayalığa gömdüler, dua da ettiler. Kızın kefeninin iki adım yakınından tünel açan Ferhad’ın kazma sesleri dağlarda çınlarken, bir kaç ay sonra gelen baharla birlikte tekrar düğün yeri kuruldu ve Gülizar’ın kardeşi Zarife’yi sırtlana gelin ettiler.
Gökten üç elma düştü, üçü de kurtlanmıştı.