Şöyle dönüp bir geriye bakıyorsun, geçmişe… Beyninde tasarlıyorsun bazı zaafları, eksiklikleri… Bunu yapmaya kalkıştığın anda sanki geçmişte yaşamış olduklarını tekrardan yaşıyorsun, canlandırarak. Dayak yediğim o züppe çocuk geliyor aklıma… Kalıbı irice, oldukça cüsseli, biraz da şeytani… Gözlerde bir öfke mizacı oluşuyor birden. Güneşin her gün aynı yerden doğmayacağını, hiçbir şeyin aynı kalmayacağını, her şeyin tamamıyla değişebileceğini idrak ediyorsun. Güç dengelerinin bile… Böyle bir farkındalık oluşuyor, sonra sevdiğim kızı getiriyorum aklıma. Hayal gücümün keskinliğine dayanıp geçmişi zihnimde canlandırıyorum şimdi. Evet, dıştan bakıyorsun ki oda diğerleri gibi konuşan, kahkaha atan, gülen, bağıran çağıran, ağlayan zırlayan, küfreden, ağzı, burnu, kulakları olan bir insan… Yaşayan diğer insanlar gibi ve farksız. Tamamen farksız… Benliği insan dışında başka hiçbir şeyi andırmıyor. Fakat onu neden diğer insanların var oluş çizgilerinden sıyırıp daha üstün bir kefeye koyuyor, marjinalleştiriyorum. Sevmek buna sebebiyet veriyor değil mi? Her şeye, bütün iyilik, güzelliklere neden olan sevmek… İnsanı, zavallılığa sürgün edebilecek acı dolu bir sevgi çukuru… Bu sevgiyi alışılmışın dışına itmem doğruluğun içinde beslenen büyükçe bir yanlışlıktır. Ne olursa olsun, ne kadar iyi ya da ihtişamlı olursa olsun alışılmışın dışına çıkmamak gerekir. Ben bu saf benliğe laf geçiremiyorum. Bu acizlik ve aşırılık bu seferlik benden olsun…
Güneş etrafa öfkeli benliğiyle hükmetmeye kalkışıyor. Sanki şu karşımdaki pencere camını eritecek, muma çevirecek. Cam olduğu yerde dişlerini sıkıp yüzünü ekşitiyor, ürküyor sanki… Kalkıp dolabın raflarından bir öykü kitabı inceliyor, masumca yerine bırakıyorum. Ansızın yüzümü çevirdiğimde onu fark ediyorum. Gözleri yere bakıyor, birbirine kenetlenmiş elleri ise dizlerine dayalı… Az bir şey titriyor. Ansızın karşımda belirmesine şaşıyorum. Başını utanç ile kaldırıp tekrar indiriyor, avuç içleri birbirine sürülmekten terliyor. Yanına yanaşıyor, başucuna çöküyorum. Başını tekrardan kaldırıyor, hüzünlü bir gülümseme ile ‘’kaçtım, sana kaçtım’’ diyor. İçim bir hoş oluyor, orada hemen yanağından öpüyorum, kızarıyor. Birden cama öfkeli kızgın güneş etrafa veda ediyor onun yerine rüzgâr etrafa hâkim oluyor. Ama nasıl bir hâkim oluş? Delice bir yağmur başlıyor, ürkek pencereyi amansızca dövüyor. Cam güneşi arıyor, rüzgâra güneşten daha büyük bir ürperti besliyor, gözlerini kapatıyor, sessizce bir şeyler mırıldanıyor, sanki titriyor…
Oda soğumuş, yaralı… Tabandan damla damla su süzülüyor. Avucumu açıyorum aşağı süzülen damlalar avucumda birikiyor, avuçlarımı sıkılaştırıp yüzüne atıyorum. Zarif bir kahkaha atıyor, yüzü ve saçı ıslanıyor, sonra saplantılarında yumruk haline dönüştürdüğü ellerini göğsüne değdirerek kendini büzüyor. ‘’Üşüyorum’’ diyor, ‘’çok soğuk…’’ Yağmur daha bir şiddetli yağıyor, hemen yan odaya geçiyoruz. Duvarlarına güneş vuruyor, içi sıcacık… Ortasında beyaz tüylü bir yatak duruyor. Diğer odanın soğuğu buraya varmamalı… Yerde bulunan uzun, kirli çarşaf parçasını kapının altına iliştiriyorum. Arkamı dönüyorum, gözlerim kamaşıyor. Yan tarafta bir yığın giysi görüyorum. Az önce onun üzerindekiler… Yatağın yanına bakıyorum, çırılçıplak bedeniyle karşımda duruyor, ayakta… Gülümsemesi utangaçlığa karışıyor cesareti her şeyin önüne geçiyor. Süzüle süzüle yatağa geçiyor, beyaz örtüyü kaldırıp altına giriyor. Gözleri sinsice bakıyor, elini uzatıp ‘’Hadi gel’’ diyor. Yatağa doğru adım atıyorum, elini eline değdirmeye çalışıyorken yan taraftan ağır bir gürültü sesi çıkıyor. Koşarak yan odaya gidiyorum, odayı su basmış ve ayakta duran dolap yere düşmüş. Raflarındaki bütün kitaplar suyun içinde amansızca çırpınıyor… Kiminin içinden kelimeleri dökülmüş, dibe batmış… Umutsuz ve girdaplı… Olağanca gücümle hareket ediyorum, kurtarabildiklerimi kurtarıyor, rafa diziyorum. Dibe batan kelimeler suyun içinde yok olmuş. Çaresiz çıplak bedenin var olduğu odaya ilerliyorum. Yatağa varıp örtüyü kaldırıyorum, yatak bomboş… Çıplak tenin kokusu hala üzerinde… Hissedebiliyorum. Birkaç saç teli de gözüküyor. Kelimelerin boğulduğu odaya adım atıyorum. İçeriye girince onu suya batmış bir halde görüyorum. Suyun üzerine oturmuş. Koşup sobayı tıka basa dolduruyorum. Odunlar kasvetlice yanıyor… O yanma sobayı sağa sola tepindiriyor. Oda yavaştan ısınmaya, yerdeki su hızla çekilmeye, yuttuğu kelimeleri dışarıya kusmaya başlıyor. Kelimeleri avucuma alıp kitaplardaki yerlere bırakıyorum. Yağmur yerini tekrardan güneşe bırakıyor. Sıcaklık hâkim oluyor hayata. Bir terleyiştir başlıyor, yanına sokuluyorum, Yüzü bir karış… Sobadan bir hayli uzaklaşıyor, dudakları bükük…
İnce ses tonu ile mırıldanıyor: ‘’Sen beni seviyorsun ama sadece çıplaklığımı…’’ Şaşkınlıkla dinliyorum, sözlerine devam ediyor: ‘’ Az önce gördüm, soyununca… Çırılçıplak olduğum an bana nasıl baktığını gördüm. Üzerimde elbiseler varken öyle bakmıyordun.’’ Sevecen bir kahkaha atıyorum. ‘’Gülme’’ diyor, ‘’sadece çıplaklığım hoşuna gidiyor ve sen sadece bedenimi, tenimi, çıplaklığımı seviyorsun’’ Başını okşuyorum, sulanmış saçları kuru hale dönüşmüş… ‘’Hayır’’ diyorum, ‘’ben senide, apak yüreğini de, kalbini de, bakışlarını gülüşmelerini de, tenini de çıplaklığını da seviyorum. Hepsi birbirini tamamlıyor… Lakin senin bahsettiğin şey sevgi değildir. Tarif ettiğin o sevgi, sözde çıplaklığına hayran kalışım, geçici bir ihtiras, geçici bir zevk, nice ilerlemelerde hırçın bir usanç… Bunun şehveti kısadır, en az on, en fazla yarım saat sürer, neticede sönmeye mahkûmdur. Sevgi bu değildir, sevgi ölümdür… Anlıyor musun, sevgi müşterek bir ölümdür. Ölmeyi göze almışsa seviyordur insan… Şimdi söyle bana, ben geberirsem sende de benimle beraber geberir misin? Ben cehennem olursam sen de olur musun?’’ Ürküyor, kendini ayak tabanlarıyla geriye doğru itiyor. Tekrardan bağırıyorum: ‘’Benimle beraber geberip cehennem olur musun?’’ Korkuyla başını sallıyor. ‘’Evet, görüyorsun ki çıplaklığın büyük bir yenilgiye düştü, gerçek sevgiye yenik düştü. Müşterek ölüm sevginin baş koşuludur ve gücü daimidir, sonsuzluğu ele alır, saplantısı, çetrefilliği ve usançlığı yoktur.
Dünyada kimse sevmeyi doğru dürüst beceremez, becerenler de yarım yarımcıkla, bin bir eksiklikle… Zaten biz insanlar hatalar, eksikliklerle dolu değil miyiz? İnsanız ama bir hiçiz aslında… Bu sebeple sevgi denilen şey senin, onun, bunun çıplaklığında kendine yer bulur, oralarda yetinir ve zaaflarla kanatsız bir kuş gibi dolaşır durur…
Birden her şey ortadan kayboluyor. Çırılçıplak soyunan kız, kelimelerini kurtardığım kitaplar, dolap, ürkek pencere, her şey…
İçim farklılaşıyor… Beni her şeyden arındıran bir yerlere, uzak, çok uzak yerlere gitmek istiyor yüreğim. Ruhumun beni boğmadığı, rahatsız etmediği, huzurlandırdığı bir yere… Düşünüyorum da şu pislik dünyada öyle bir yer bulmak mümkün değil. Hem kendisi bozuk hem de içindekileri… Öfke doluyor içim… Diyecek hiçbir laf yok…
Aslında yaşamak, sadece acı çekmenin esaslı teessürü, ihtiraslı metresi ve mahirane orospusudur…
Bir cevap yazın