O her şeyi gören, bir kelebeğin kanatlarında, çırpınışını görmez mi avare ruhumun?
Alabildiğine geniş ağaç gövdelerinin, usulca ruhuma dokunduğunu,
Yağmur damlalarının iyileştirdiğini, cansız kabuksu kovuklarımı?
Ve benim bazen, bahara dönüşen tomurcuklarla kaynaşıp yoğrulduğumu?
Ve bir kez bile tökezlemeden, senin ruhunu, elimle koymuş gibi her evrende yine, yeniden, bulduğumu?
Korkusuz kanat çırpışlarımın, sadece ve sadece sana doğru olduğunu?
Az ötede, suçsuz bal arılarının, benim yalnızlığım yüzümden, ebedi ateşle kavrulduğunu?
Kim bilir, neyi bilir ki?
Sonsuz evrenler sınırlı bir aynada, kusursuzca birbirine paralel yaratılmışsa,
Sen ve ben, bu kaosun döngüsünde sevdik, sevildik umarsızca,
Bir sahibi vardı, elbette aşkımızın…
Bir bileni, anlatanı olur ardımızda.
Çözülürken binlerce melek ve şeytan tohumu, ışık ve karanlıkla, ardı ardına,
Varlıkta ve yoklukta, ölüm ve sonsuzluk, kovalarken bizi amansızca,
Sen, göremediğin çiçeklerin kokusu ve okyanusun buğusuyla yalıtırken yalnızlığını,
Hiç duymadığım o sesi duyduğumda,
Beni kucaklayan o yüce ağacın gölgesi yapıştı ruhuma.
Neden, niye olur ki bu?
Bilmiyorum.
Güm güm diye çırparak, o narin kanatlarını,
Bir kelebeğin ölüm ilanında, kayıplara karıştı zaman.
Boş kalıplar, sıra sıra dizildi, yabancı bir odanın karmaşık, renksiz duvarlarına.
Mezar taşı oldu, kelebeğin kanatları, sıradan satırların arasında.
Sen ve ben, yaşadık bu kelimeleri ve geçtik sessizce gerçeğin azabından.
Bir sahibi var, elbette aşkımızın.
Bir bileni, anlatanı olur ardımızda.
18.11.2023
Bir cevap yazın