Bir varmış, bir yokmuş. Evveli evvel iken; develer tellal, pireler berber iken; ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; güzel ülkemizin bir yerinde fakir mi fakir insanların yaşadığı küçük bir köy varmış. Fakirlermiş ama mutlularmış. Her şeyleri yokmuş ama var olanla yetinmesini biliyorlarmış. En önemlisi karınları tokmuş; kimselere de borçları, minnetleri yokmuş. Dolayısıyla huzurlu mu huzurlu bir hayatları varmış. Çok olan az olanla, az olan da daha az olanla elinde avucunda ne varsa üleşirmiş. Böyle olunca da haliyle herkes birbirine sevgi ve saygı duyarak mutlu bir şekilde yaşarlarmış.
Kapılarda kilit, pencerelerde demir parmaklıklar yokmuş. Yokmuş çünkü herkes birbirine o kadar güvenirmiş ki evden çıkıp bir yere giderken kapıları kilitlemek, pencereleri sıkı sıkıya kapatmak kimsenin aklına gelmezmiş. Bu güven duygusundan dolayı akıllarının ucuna bile kötü bir düşünce gelip konmazmış. Hırsızlık, yalancılık, sahtekârlık ve dolandırıcılık gibi sözcüklerin bu köyde yeri yokmuş. Kimseler kullanmadığı, diline yakıştıramadığı için hepsi bir daha geri dönmemek üzere başka karanlık diyarlara göç etmiş.
Onların yerine sevgi, dürüstlük, dostluk, paylaşım, yardımlaşma gibi sözcükler yerleşmiş. Herkesin dilinden güzel ve anlamlı sözcükler dökülürken gönüllerinden de sevgi ve huzur verici duygular yansırmış. Köylerinin adı da tam onlara yakışırcasına Sevgi’ymiş. O köyde asık suratlı, somurtkan birine rastlamak mümkün değilmiş. Tebessümle süslü yüzlerdeki gözlerden ışıl ışıl sevgi yansırmış. İşte bunların sonucu olarak da ne kadar fakir olurlarla olsunlar gönüllerindeki bu paha biçilmez hazineleri sayesinde âdeta dünyanın en zengin ve mutlu insanları onlarmış gibi güle oynaya yaşamlarını sürdürürlermiş. Güle oynaya yaşamak deyince de hemen herkesin aklına neşesi ile köye renk katan Keloğlan gelirmiş. Köyde herkes birbirini çok severmiş ama en çok sevilen kişi Keloğlan’mış. Elinde kavalıyla bütün gün köyün içinde oradan oraya düttürü düttürü diye kendince makamlar üfleyerek dolaşıp dururmuş. Köyün minik sığırcık kuşları bile sanki onunla birlikte şarkı söylercesine nağmeli nağmeli cıvıldaşarak tepesinde dolaşıp ona eşlik ederlermiş. Köy halkı bu seslerle huzur bulur; sığırcıkların gökyüzündeki şekilden şekile dönüşen görsel şölenini zevkle izler, şen şakrak bir şekilde Keloğlan’a el ya da şapkalarını çıkarıp sallayarak selâm verirlermiş. Herkes Keloğlan’ın kavalıyla seslenerek sığırcıklarla konuşup anlaştığına inanıyormuş. Köydeki çocukların, yeşil çimenlerin üstüne sırt üstü yatıp kuşların bu muhteşem gösterisini seyretmek en büyük eğlenceleriymiş. Bu nedenle hep Keloğlan’ın yolunu gözlerlermiş. Onu görür görmez hemen peşinden koşarak hep bir ağızdan tekerlemeler söylerlermiş.
Şıngır mıngır Keloğlan
Kavalını çal oğlan
Seyredelim kuşları
Gökyüzüne sal oğlan
Sonra da birbirleriyle yarışırcasına istekte bulunurlarmış.
– Keloğlan n’olur kuşlar kelebek olsun.
– Yok, yok güvercin olsun.
– Hayır, lütfen canavar olsun ya da ejderha, ejderha, 7 başlı ejderha olsun.
– Kartal olsun, kartal, kartal, kartal…
– Uçurtma olsun. N’olur Keloğlan lütfen uçurtma olsun.
Keloğlan herkesin kendisine gösterdiği bu ilgi ve sevgiden son derece mutlu olur ve kavalını daha da neşeli çalmaya devam edermiş. Üstelik çaldığı nağmelere uygun olarak kâh iki ayağı yerden kesilircesine havalara zıplar, kâh eğilip-doğrulur, kâh yerinde döner ya da koşar adımlarla seke seke yürürmüş. Çünkü bu işi seviyor, dolayısıyla zevkle yapıyormuş. Bu nedenle de çok mutlu oluyormuş. Onu takip eden sığırcıklar da onunla birlikte havada dans ederek, toplu halde kimi zaman bir çiçek gibi, kimi zaman büyük bir kuş gibi, kimi zaman denizin dalgası gibi yükselip alçalarak inanılmaz görseller sergileyerek peşinden geliyorlarmış. Çoğu zaman çocukların tüm istedikleri gerçekleşirmiş. Kavalın nağmeleriyle Keloğlan sığırcıklara istediği görseli yaptırabiliyormuş. Bunu nasıl beceriyorsun diyenlere de,
– Ben onlarla gönlümün sesiyle konuşuyorum. Gönlümün sesi kavalımdan onlara ulaşıyor.
diyerek cevap veriyormuş. Aslında bu çok doğruymuş. Çünkü kuşlar, hayvanlar sizin onlara hangi gözle, hangi niyetle baktığınızı, gönlünüzden geçen niyetin iyi mi yoksa kötü mü olduğunu anlarlarmış. Onların dili yokmuş, konuşamazmış ama hisleri çok güçlü olurmuş. Bundan dolayı da gönlünüzdeki sevgiyi hemen hissedebilirlermiş. İşte bizim Keloğlan da hayvanları o kadar çok seviyormuş ki karşılığında sığırcıklarla olan bu dostluğu, güzelliği ve mutluluğu elde ediyormuş. Hatta bu yüzden Keloğlan, küçükken anasının anlattığı masaldaki gibi kendisini bir masal kahramanı zannediyormuş. Fakat bir fark varmış. O masaldaki kahraman kavalını, fareleri peşinden koşturuyor, dereye dökerek suda boğulup ölmeleri için çalıyormuş. Oysa bizim Keloğlan sığırcık kuşlarını coşturup peşinden sürüklüyor, mavi gökyüzünde onların özgürce uçuşarak dans etmelerini sağlıyormuş. Bu çok daha güzel ve anlamlıymış. Bu eğlenceli durum köy halkının çok hoşuna gidermiş.
Keloğlan yanlarına yaklaşınca hemen eve buyur ederler, sığırcıklar için de kapı önüne bir hapaz yem serpiştirirlermiş. Keloğlan ikram edilen, kuzineden yeni çıkmış mis gibi buram buram Anadolu kokan taze çöreği afiyetle yedikten sonra üstüne de bir çapçak ayran içip teşekkür ederek tekrar yola koyulurmuş. Elbette sığırcıklar da hemen cıvıldaşıp dans ederek peşine düşermiş. Üç gün, beş gün, yedi gün, kırk gün derken günler, aylar, yıllar birbirini izler, köyde hayat devam edip gidermiş. Köy halkı, güneşin kendilerine sürekli pırıl pırıl gülümsediği gün boyu ya kendi işinde gücünde ya da imece usûlü yardımlaşarak durmadan çalışıp, çabalayıp dururlarmış. İşlerini severek ve zevkle yaptıkları için her şey bol ve bereketli olurmuş.
O diyarlarda bir de komşu köy varmış. Oranın halkı ise, Sevgi köyündekilerin tam aksine somurtkan, fitne, fesat, sahtekâr, yalancı, dolandırıcı; sevgi nedir bilmeyen yürekleri nefretle kararmış kişilermiş. Kem sözlerin havalarda uçuştuğu, insanların birbirine zerre kadar güvenmediği, bencilliklerin doruklarında yaşanan bir köymüş. Bu özelliklerinden dolayı da köyün adı Nefret’miş. Yaşam tarzlarından dolayı da köyde hiç kimse mutlu değilmiş. Hatta mutluluğun ne anlama geldiğini dahi bilmezlermiş. Huzursuzluk, sevgiden yoksun bir yaşam ve neticesinde bereketsiz kazançların hükmüyle kıt kanaat yaşamaya çalışırlarmış. Asık suratlarıyla birbirlerine selâm vermeyi bırakın günahlarını bile vermeye tenezzül etmeyecek kadar bencil insanlarmış.
Hırsızlık korkusundan kapılarında çifter çifter kilitler ve bahçelerinde bekçi köpekleri kol gezermiş. Tüm tedbirlere karşın yine de bu belâlardan kurtulamazlarmış. Köy halkı atadan, dededen kalan bu yaşam tarzlarından ve kötü huylarından isteseler de vazgeçemezlermiş. Beyinlerindeki düşünceler ve yüreklerindeki duygular hastalıklı olunca haliyle onlara ev sahipliği yapan bedenleri de sürekli hastalıklarla cebelleşirmiş. Sağlık sorunları hiç bitmezmiş. Bütün bunlar yetmezmiş gibi köyün tepesinde de kara bir bulut sürekli dolaşıp dururmuş. Onların asık suratlarını görmek güneşi huzursuz ediyormuş. Bu yüzden bu kara bulutun arkasına saklanıp onlara yüzünü göstermek istemezmiş. İşte bu nedenledir ki köy halkının sağlığı günden güne daha da bozuluyor, hastalıklar artıyormuş.
Niye derseniz? Ne demiş atalarımız “Güneş girmeyen eve doktor girer.” Dolayısıyla elbette olacağı budur. Hatta gökyüzünde bir tane bile kuş uçmazmış. Bu nedenle de yıllardır kuş cıvıltısını duymamışlar. Zamanında tüm kuşları köyden uzaklaştırabilmek için yapmadıkları kalmamış. Güya tarlalardaki tohumları yiyerek zarar veriyorlarmış. Oysa tam tersine kuşlar, hele sığırcıklar tarlalardaki zararlı böcekleri yiyerek onlara iyilik ediyorlarmış. Fakat bunu düşüneceklerine kuşların yediği üç-beş danenin hesabını yapıp korkuluklarla ürküterek ya da tüfeklerle ateş ederek hepsini kaçırmışlar. Bu nedenle bir daha da kuşlar o tarafa hiç gitmemiş. İşte böylesine bir halde doğanın güzelliklerinden tamamen yoksun, karanlık duygular içerisinde yaşayıp gidiyorlarmış. Tabii buna yaşamak denirse. Toprakları kurak ve bereketsizmiş. Çünkü hiçbiri işini severek, zevkle yapmıyormuş. Sanki zorla yapıyorlarmış. Dolayısıyla ne doğru dürüst ürün alabiliyorlarmış ne de aldıkları ürünün bereketi oluyormuş. Hatta durumları yıldan yıla daha da kötüye gidiyormuş.
Masal bu ya, işte böylesine zıt yaradılışlı insanların yaşadığı iki köy. Bu iki köyün ortasından da küçük bir dere geçermiş. Derenin üstünde de “Kimse Geçmez Köprüsü” adında bir köprü varmış. Adından da anlaşılacağı gibi bu köprü varmış, varmış ama üstünden kimseler geçmezmiş. Ne zaman yapılmış, kim yapmış, niye yapmış kimsecikler bilmiyormuş. Yıllardır orada öylesine hayata küsmüş gibi iki yakayı birleştirmiş vaziyette mutsuz bir şekilde duruyormuş. Çok mutsuzmuş, çünkü hiçbir işe yaramıyormuş. Bu da onu çok üzüyormuş. Fakat ne yapsın ki? Çaresizce yıllardır orada öylece üzgün, mahzun ve umutsuzca bekleyip duruyormuş. Tek istediği birilerinin üstünden geçmesiymiş. Gece gündüz gözüne uyku girmez sürekli iki tarafın yolunu gözlermiş ama hiç gelen giden olmazmış. Olmazmış, çünkü yıllardır bu iki köy halkı birbirlerinden tamamen kopmuş bir hâlde kendi dünyalarında yaşıyorlarmış. Yıllar önce Sevgi köyünden pek çok kişi defalarca bu köprüden geçerek Nefret köyüne gitmek istemiş, ama her defasında yolları soyguncularca kesilip neleri var neleri yoksa ellerinden alınmış, üstüne de dayak yemişler. Soyguncuların ellerinden kaçarak zor kurtulmuşlar. Bu olaylardan sonra bir daha hiç kimse o tarafa geçmek istememiş. Diğer taraftakiler de zaten gelmek istemiyormuş. Çünkü paylaşacak bir şeyleri, konuşacak, muhabbet edecek bir konuları yokmuş. Herkes tosbağa gibi kendi kabuğunun içine çekilmiş vaziyette yaşıyormuş. Dünya umurlarında bile değilmiş.
Sevgi köyündekiler en son yaşanan bu kötü olaydan sonra bir daha köprüden geçip Nefret köyüne, o tarafa gitmemeye karar vermişler. Aradan kaç yıl geçti bilinmez. Kimseler, o köprüden en son kimin ve ne zaman geçtiğini bile bilmezmiş. Çocuklarına da ilk tembihledikleri şey bu olurmuş:
– Sakın haaa! O köprüye hiç gitmeyin. Karşı tarafa kesinlikle geçmeye kalkışmayın. Orada çok kötü insanlar var. Sizi döver, size kötü şeyler yaparlar. Onlar sizin gibi sevginin anlamını bilmezler. Bizden, daha doğrusu herkesten nefret ederler. Hatta belki aynaya baktıklarında kendilerinden bile nefret ederler. En iyisi oralardan uzak durmak. Tamam mı? Söz mü? diyerek sıkı sıkı tembihlerlermiş. Bunca sözden sonra o güzelim huylu çocuklar verdikleri sözü hiç unuturlar mı? Unutmamışlar. Anaya verilen söz hiç unutulur muymuş? Sevgi köyünün güzel çocukları hiçbir zaman böyle kötü huylara kapılmaz, sözlerinden dönmezlermiş. Hem karşı tarafa niye geçsinler ki, ne işleri olabilirdi ki? Uzaktan bile bakıldığında köprünün öbür tarafındaki sevimsizliği ve kasvetli ortamı fark etmek mümkünmüş.
Oradaki ağaçlar bile çıplak dallarıyla ölü gibi korkunç bir görünümdeymiş. Çünkü onlar da huzursuzmuş, mutsuzmuş. Ne gölgesinde dinlenen birileri varmış ne de dallarına yuva yapıp cıvıldaşarak yavrularını besleyen kuşlar varmış. Yalnızlıktan, üzüntüden, can sıkıntısı içinde daha tam gelişip serpilmeden yapraklarını erkenden döküyorlarmış. Keşke kalkıp yürüyebilseler; hemen köprünün karşı tarafındaki mutlu, huzurlu, yemyeşil yapraklarıyla süslü dallarını yukarıya doğru âdeta gökyüzüyle kucaklaşmak istercesine uzatan arkadaşlarının yanına gideceklermiş, ama bu mümkün değilmiş. Toprak ana onları öylesine derinlerden tutuyormuş ki onlar için buradan ayrılmak tamamen hayattan kopmak demekmiş.
Gel zaman, git zaman derken civcivler büyüyüp tavuk, kuzular büyüyüp koyun, taylar at, sıpalar eşek, buzağılar dana sonra da inek olurken, ağaçlardaki rengârenk çiçekler de türlü türlü meyvelere dönüşürken; zaman zaman içinde, akıl ermez biçimde su gibi şırıl şırıl akıp gidiyormuş. İşte o güzel günlerden birinde bizim Keloğlan yine kavalını alıp düttürü düttürü çalarak düşmüş yollara. Sığırcıklar durur mu? Yüzlercesi gökyüzüne yükselip hemen arkasından cıvıl cıvıl şakıyarak hep birlikte başlamışlar kırlara doğru gitmeye. Keloğlan yine hem kavalını çalıyor hem de dans ederek ilerliyormuş. Sığırcıklar havada sanki tek vücut gibi hareket ederek bir o yana bir bu yana Keloğlan’ın tepesinde dönüp duruyorlarmış. Bu mutluluğu, bu güzelliği gören yol kenarındaki çiçekler de rengârenk yapraklarını bir açıp bir kapatarak, sağa sola salınarak sanki kavalın nağmeleri eşliğinde dans ediyor, en güzel kokularını doğaya salıyorlarmış. Bu coşkuya kendini kaptıran Keloğlan hoplaya zıplaya dans ederek ilerlerken bir de bakmış ki ne görsün? Tam da Kimse Geçmez Köprüsü’nün yanına gelmemiş mi? Sadece bu kadarla kalsa yine iyi… Üstelik karşıdan, köprünün üstünden koşarak ve bağırarak gelen biri varmış.
– Hayret bu köprüden kimsecikler geçmezdi bu da ne ola ki?
diyerek, şaşkınlıkla sanki yere çakılmış gibi kalakalmış. Hemen kaval çalmayı kesmiş. Sığırcıklar da en yakındaki ağaçların dallarına tüneyivermişler. O güzel cıvıltılar şimdi yerini, koşarak gelen kızın korkulu bağrışlarına bırakmış.
– İmdaaaatt, imdatt yetişin, yardım edin! Ne olur yardım edin! İmdaaattt…
Kendisine doğru koşarak gelen kızın korkudan titreyen ağlamaklı sesi Keloğlan’ın yüreğine dokunmuş. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyor, öylece donakalmış vaziyette bekliyormuş. Nihayet kız nefes nefese yanına gelmiş. Hem ağlıyor hem de Keloğlan’ı iki kolundan tutup sarsarak yalvarıyormuş.
– Ne olur babamı kurtarın! Yardım edin ne olur…
– Dur hele kardeş! Hele bir dur bakalım! Önce bir sakinleş lütfen. Gel hele gel, otur şöyle. Al bakalım, şu mataradan biraz su iç ki kendine gelesin.
Zavallı kız o kadar korkmuş ki eli, ayağı tir tir titriyormuş. Titreyen elleriyle dudaklarına götürdüğü mataradan suyu zorla yudumlamaya çalışıyormuş. Sanki su boğazına diziliyor, yutkunamıyormuş. Ağzına gelen suyun yarısı dudaklarının kenarından sızarak göğsüne doğru akıyormuş. Oturduğu yerde duramıyor, korku ve heyecanla sağa sola bakınıp duruyormuş. Hele köprünün karşı tarafına bakınca daha da yüksek sesle ağlıyormuş. Gözyaşlarına boğulan gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuş. Keloğlan kızın elindeki matarayı almış,
– Hadi şimdi elini yüzünü güzelce yıka ve biraz sakin ol! Sonra da tek tek anlat bakalım neler oldu? Niye ağlıyorsun, neden korktun, sen kimsin? diyerek kızın eline su dökmeye başlamış. Kız elini yüzünü yıkayınca biraz sakinleşmiş ve titreyen sesiyle zaman zaman iç geçirerek yavaş yavaş anlatmaya başlamış:
– Biz karşıki köyde yaşıyoruz. Adım Gülbeyaz. Babam oranın muhtarıdır. Uzun zamandır büyük sıkıntılar çekiyoruz. Artık dayanacak gücümüz kalmadı. Ne yapacağımızı bilemez olduk. Babam sizin köy halkının çok iyi niyetli kişiler olduğunu biliyormuş. Daha kendisi çocukken ona dedesi köyünüzle ilgili çok şey anlatmış. Ona da zamanında dedesi anlatmış. Babamla oturup epeyce konuştuktan sonra bir karara vardık ve eğer bu söylenenler doğruysa mutlaka bize yardım ederler düşüncesiyle sizin köye gelmek üzere yollara düştük.
– Sen orasını hiç dert edinme. Bizim köy halkı elinden gelen bir şey varsa kesinlikle yapar. Bu sorun değil. Sen bunun için mi ortalığı ayağa kaldırıyor, ağlayıp sızlıyordun? Ben de bir şey oldu sandım. Hay Allah iyiliğini versin emi!
– Yok, yok dur, anlatacağım. Buraya kadar bir şey yok elbette. İşte ne olduysa ondan sonra oldu?
– Eeee… Ne oldu? İyice meraklandırdın beni. Bilmece gibi anlatıyorsun ya hu…
– Gelirken tam köprüye yaklaşmıştık ki ağaçların arasından çıkan eşkıyalar yolumuzu kesti.
– Bak hele! Eeee…
– Bizi yakalayıp ellerimizi, kollarımızı bağladılar.
– Eeeee…
– Neyimiz var neyimiz yok almak istediler. Ama bizim ne paramız ne de malımız vardı.
– Eeee…
– İşte o zaman o soygunculardan biri “Git nerden bulursan bul, 40 altın al gel. Yoksa babanı burada 40 satırla doğrarız.” diyerek beni çözüp salıverdi.
– Vıy anaaaammm! Sen de onlardan kurtulunca koşarak bu tarafa geldin değil mi?
– Evet işte aynen öyle oldu. Ben şimdi ne yapacağım? Ne olur bana yardım edin. Yoksa babamı öldürecekler.
– Dur hele Gülbeyaz Hanım dur. Hemen yine ağlayıp, sızlanmaya başlama. Elbette bir yolunu buluruz.
– Gerçekten bir yol bulabilir misin? Babamı kurtarabilir misin? Ne olur, Allah rızası için…
– Ya hu dur dedim ya! Hele bir düşünelim bakalım neler yapabiliriz? Bir kere şunu bil ki bende bırak 40 altını 40 para bile yok. Bunu başka bir şekilde çözmek gerekecek. Hele bir düşünelim bakalım ne yapabiliriz?
Keloğlan bağdaş kurup oturduğu yerde kara kara düşünmeye bir çözüm aramaya başlamış. Zavallı kız da, Keloğlan “Param yok.” deyince tekrar içli içli ağlamaya başlamış. Bir şey de diyemiyormuş. Ne diyebilir ki? Açık açık parasının olmadığını söylemişti, bunun dahası var mıydı? İkisi de kafaları öne eğik vaziyette bir müddet susup kalmışlar. Keloğlan elindeki kavalını hafif hafif kafasına vurarak mırıldana mırıldana düşünüyormuş.
– Ne yapmak lazım, ne yapabilirim; ne yapmamız lazım, ne yapabiliriz? Yapabilir miyiz, yaparız; yapabilir miyim, yaparım… Ama ne ve nasıl?”
diye kara kara düşünmeye başlamış. Çaresizlik ne kadar da kötüymüş. Buna mutlaka bir çözüm bulup bu zavallı kızı sevindirmeliymiş. Yoksa hem kendine güveni kalmayacak hem de birinin yardım isteğini yerine getirememiş olacakmış. Bu nedenle derin derin düşünmeye devam ediyormuş. Pes etmek yokmuş. Öyle her zorluğun karşısında hemencecik pes etmekle hiçbir yere varılmayacağını çok iyi biliyormuş. Üstelik zorla elde edilen şeylerin değeri daha da güzel ve anlamlı olurmuş. Tam bunları düşünürken birden bire fırlayarak ayağa kalkmış. Gözleri yuvasından çıkacak gibi kocaman kocaman açılmış, fıldır fıldır dönüyormuş.
– Buldum, buldum, buldum…
– Ne buldun Keloğlan? Ne kaybettin de buldun? Yoksa 40 altını mı buldun?
– Yok, yok bir şey kaybettiğim falan yok. Ne yapacağımızı, babanı nasıl kurtaracağımızı buldum.
– Gerçekten mi? Hani 40 altının yoktu, nerden buldun?
– Yok, yok öyle değil. Altın falan bulmadım. Aklıma başka bir şey geldi. Onlara bir oyun oynayacağız ve babanı kurtaracağız.
– Ama nasıl olur? Oraya altınlar olmadan gidersek seni de yakalayıp bağlayıp döverler. En az 5 kişi var orada.
– Sakin ol, sakin ol. Korkma. Hadi gel, gidiyoruz. Merak etme onların kaba kuvveti benim zekâmın karşısında yenilmeye mahkûmdur. Göreceksin…
diyerek hızla yola koyulmuş. Gülbeyaz da arkasından korka korka ilerliyormuş. Köprüye gelmişler. Kimse Geçmez Köprüsü bugün çok mutlu anlar yaşıyormuş. İkinci defadır üstünden birileri geçiyormuş. Sanki dünyalar onun olmuş. Ne güzel bir duyguymuş bu böyle. Üstünde ayak sesleri yankılanıyormuş. Kulaklarına inanamıyormuş. Kendi kendine,
– Bugün çok önemli bir gün olmalı, umarım bundan sonra gelip geçenler daha da çoğalır.
diye dualar ederken Keloğlan ile Gülbeyaz yavaş yavaş karşı kıyıya ulaşmışlar. Daha köprüden geçip de karşı kıyıya ayak basar basmaz, eşkıyalar pat diye karşılarına çıkıvermiş.
– Demek geldin. 40 altını getirdin değil mi? Peki bu kim? Bu niye geldi?
– Benim adım Keloğlan. Ya siz kimsiniz? Kendinizi ne sanıyorsunuz? Köprüden, ormandan gelip geçeni soymaya, dövmeye utanmıyor musunuz?
– Sen ne diyorsun ya hu? Belânı mı aramaya geldin? Eğer öyle ise tam yerine geldin.
– Sizden korkacağımı mı sandınız? Kendinizi Tepegöz mü sandınız bre gafiller?
– Sen ne diyorsun ya hu? Ne Tepegözü?
– Okumazsanız bilmezsiniz elbette. Zaten yaptıklarınızdan ne kadar cahil olduğunuz da ortada. Siz kim Dedem Korkut masallarını bilmek kim?
– Kes şamatayı da söyle bakalım sen kimsin, hani altınlar?
– Bana adıyla, şanıyla büyülü kavalcı Keloğlan derler. Şimdiye kadar duymadıysanız işte duymuş oldunuz. Altın maltın da getirmedim. Avucunuzu yalarsınız.
– Hahahaha, büyülü kavalcı mı? Hahaha hiç güleceğimiz yoktu.
– Gülün bakalım gülün. Ama sakın unutmayın son gülen iyi gülermiş.
– Ne yani senden mi korkacağız. Hahahahaa…
– Evet, benden korkacaksınız, korkmalısınız, korkun.
– O niyeymiş? Senin neyinden korkacağız bre Keloğlan, etin ne budun ne? Bir vursam havalara fırlar bulutlar arasında kaybolursun. Hahahahahaha.
– Ya, evet, evet… Sen öyle zannet. Siz ancak gücünüze güvenirsiniz. Ama unutmayın o güç her zaman işe yaramaz. Önemli olan insanın aklıyla güçlü olmasıdır. Ama sizde nerde o akıl? Sizinle fazla uğraşmak istemiyorum. Lafı uzatmadan kısaca söyleyeyim.
– Keloğlan sabrımı taşırıyorsun. Çeneyi kes ne diyeceksen söyle. Yoksa…
– Dur hele dur! Tamam, anlaşıldı Dede Korkut’un o güzel öykülerini bilmiyorsunuz, bunu anladık. Peki siz hiç masal da mı bilmezsiniz? Örneğin “Alaadin’in Sihirli Lambası” masalını bilir misiniz?
– Hahaha onu bilmeyen mi var? Çocuklar bile ezbere bilir. Lambadan dev çıkıyormuş ve Alaaddin ne isterse onu yapıyormuş.
– Aaaa hayret bak bunu bildiniz. Çok güzel. İşte şimdi tam da benim yapacağım şeyi anlattın.
– Ne? Ne yani senin de mi sihirli lamban var? Hahaha… Saçmalama. Bizimle dalga mı geçiyorsun. O senin dediğin masallarda olur akıllım.
– Evet, masallarda olur. Peki biz şimdi nerdeyiz? Biz de masallar diyarında değil miyiz, “akıllım”? Evet, benim sihirli lambam yok ama sihirli bir kavalım var. Biraz sonra göreceksiniz.
– Ne yani o kavalla devleri mi çağıracaksın. Hahaha…
– Şimdi görürsünüz. Bakın demedi demeyin. Dev geldiğinde eğer sizi böyle karşımda, ayakta dururken görürse çok kızar ve sizi yakaladığı gibi bir lokmada yutar. Tek kurtuluş yolu hemen gözlerinizi kapatıp ölü gibi yüz üstü yere yatmanız olacaktır. Benden söylemesi. Yoksa haliniz çok kötü olur.
Keloğlan bunları söylerken eşkıyalar kahkahalarla gülüyorlarmış. Onlar güle dursun Keloğlan kavalını dudaklarına değdirip üflemeye başlamış. Ama bu defa daha önceki üfleyip çaldıklarından çok daha farklı bir nağme çıkıyormuş. Duyanları ürkütüyormuş.
Gelin canlarım gelin
Bunlara bir ders verin
Hiddetiyle uçuşun
Kötü ruhlu devlerin
Kavalın sesi köprünün karşı kıyısına ulaşınca daha önce dallara tünemiş olan sığırcıklar hareketlenmeye başlamış. Daha önce şen şakrak cıvıl cıvıl çıkan sesleri korkunç bir cıyaklamaya dönüşmüş ve hep birden havalanmışlar. Gökyüzünde yine tek beden gibi ilerlemeye başlamışlar ama bu defa ne çiçek, ne kelebek ne de sevimli bir hayvanmış. Gökyüzünde kanatlarını açmış kocaman bir yaratık gibi görünüyorlarmış. Ben diyeyim dev gibi, siz diyesiniz ejderha gibi dizilmişler ve Keloğlan’ın yanına doğru süzülerek ilerlemeye başlamışlar. Onların çıkardığı sesi duyan eşkıyalar dönüp bakınca gökyüzünden kendilerine doğru kocaman kanatlı korkunç bir yaratığın geldiğini görmüşler. Gözleri âdeta yuvalarından fırlamış. Sağa sola kaçmak istemişler ama sanki bastıklara yere kök salmışlar gibi çakılıp kalakalmışlar. Korkudan dizlerinin bağı çözülmüş kımıldayamıyorlarmış. Korku ile hemen Keloğlan’ın dedikleri akıllarına gelmiş ve gözlerini sıkı sıkıya kapatarak kendilerini yüz üstü yere atıp ölü gibi yatmışlar. Onlar yere yatınca Keloğlan bir ara kavalı bırakıp
– Sakın gözlerinizi açmayın. Ben şimdi onu geri göndereceğim.
diyerek yeniden kaval çalmaya başlamış. Bu defa yine güzel ve neşeli bir makam tutturmuş. Sığırcıklar da o korkunç seslerini keserek tekrar sakin bir şekilde, deniz gibi uçsuz bucaksız mavi gökyüzünde dalgalana dalgalana geri dönmüşler ve yine ağaçların dallarına tünemişler. Bu olanlar karşısında Gülbeyaz da hayretler içinde ne yapacağını bilmeden Keloğlan’ı izliyormuş. Keloğlan kaval çalmayı bırakınca yerde yatanlara:
– Gözlerinizi açabilirsiniz. Ejderhayı geri gönderdim. Şimdi size bir şans vereceğim. Söyleyin bakalım, benim dediklerimi yapacak mısınız, yapmayacak mısınız?
– Amansın Keloğlan, yamansın Keloğlan, biz ettik sen etme… Ne olur bizi bağışla, tekrar çağırma, bizi ona verme… Ne istersen yaparız. Söz veriyoruz. Söz…
– O zaman kalkın bakalım önce muhtar emminin iplerini çözün. Sonra da hepiniz ondan özür dileyerek ellerinden öpeceksiniz.
Adamlar telaşla yerden kalkıp hemen muhtarın ellerini ayaklarını çözmeye başlamışlar. Bir taraftan da elini öpüp özür dilemek için birbirleriyle âdeta yarış ediyorlarmış. Nihayet muhtar iplerden kurtulmuş. Kızı ile kucaklaşarak sevinçlerini paylaşmışlar. Eşkıyalar ise boncuk tanesi gibi sıraya dizilmiş başları öne eğik ne yapacaklarını bilmeden tir tir titreyerek bekliyorlarmış. Muhtar Keloğlan’a da sarılıp teşekkür üstüne teşekkür ediyormuş. Keloğlan eşkıyalara dönüp:
– Şimdi söyleyin bakalım ben size ne yapayım, nasıl bir ceza vereyim?
– Biz ettik, sen etme Keloğlan, bağışla bizi. Bir daha tövbeler olsun kimselere kötülük yapmayacağız. Hatta istersen buralardan tamamen çeker gideriz. Bir daha da hiç dönmeyiz.
– Gerçekten buralardan gider misiniz? Gittiğiniz yerlerde bile bir daha kimseye kötülük yapmayacağınıza söz verir misiniz?
– Söz Keloğlan, yemin olsun, söz veriyoruz. Zaten bu hayat çekilmez bir durum almıştı. Açlık, susuzluk canımıza yetti. Onca insanın canını yaktık çok pişmanız. Ölüm korkusu aklımızı başımıza getirdi. Bırak bizi gidelim, bağışla ne olur?
– Durun bakalım muhtar emmi ile kızı ne diyecek bu işe? Eğer onlar bağışlarsa ben de bir güzellik düşünürüm. Ne dersin muhtar emmi, bağışlayalım mı?
– Ben bunların yalan söylemediklerine inandım Keloğlan. Yüzlerindeki pişmanlık ifadesi ve samimi sözleri benim için yeterli. Hem bağışlamak büyüklüktür. Evet, çok kötü işler yapmışlar, zamanı geri getiremeyiz. Onlara, onların yaptığı gibi davranırsak bizim onlardan ne farkımız kalır ki? Sen onlara canlarını bağışladın. Bu onlara kesinlikle büyük bir ders olmuştur. Hayatın ne kadar tatlı olduğunu yeni anladılar. Dolayısıyla yeni bir hayata başlayacaklar. İnanıyorum ki bundan sonra daha insancıl bir hâlde yaşam tarzları olacaktır. Hatta eminim ki yaşantılarının geri kalan kısmında ellerinden geldiğince herkese yardım etmeye çalışacaklardır. Onlara bu şansı vermek gerekir diye düşünüyorum. Kızım sen ne dersin? Seni de az korkutup üzmediler.
– Babacığım çok güzel şeyler söyledin. Ben artık bu olaylardan sonra yüreğimdeki kin ve nefret duygularını tamamen sildim. İnsan olmak, sevmekle başlıyormuş. Şimdi bunu daha iyi anlıyorum. Bu benim yüreğimde hep vardı ama çevre baskısıyla kendimi ifade etmekten korkuyordum. Keloğlan seni hiç tanımadığı halde, senin için canını tehlikeye atmaktan çekinmedi. İşte en büyük sevgi, bu insan sevgisi değil mi? Onun bu sevgi dolu yüreği ve cesareti bana da güç verdi. Siz ne derseniz ben yanınızdayım.
Sözü söyleyenler söylemiş, duyanlar duyacaklarını duymuş. Gerçekten pişman olup, tövbe edenleri affetmenin büyüklüğü kendini göstermiş.
– Bu sözlerden sonra, artık söz üstüne söz olmaz.
diyerek Keloğlan adamları salıvermiş. Adamlar teşekkür ede ede atlarına atlayıp her biri bir tarafa dağılıp gitmiş. Masal bu ya, söylenen odur ki bu beş kişi dünyanın beş kıtasına dağılmış ve o gün bu gündür gittikleri yerlerde insanlara iyilik etmek için çaba harcarlarmış. Sevmeyi, iyiliğin ne olduğunu çok geç anladıkları için kıymetini daha iyi biliyorlarmış. Başkaları da kendileri gibi bu duyguyu yaşamakta gecikmesinler diye herkese bunu aşılamak için mücadele veriyorlarmış. Özellikle de sevgi yüklü gönülleri olan insanlara çok daha yakın olurlarmış. Onların başı dara düştüğünde hiç umulmadık anda kimseye görünmeden yardımlarına koşup gelirler, işleri bitince de yine kimselere görünmeden ortadan kaybolurlarmış. Karalar beyaz, beyazlar kara olmaz diyenler bundan ders almalıymış. Kara ile beyazın ortasında gri de varmış. Griler ise beyazlara yaklaştıkça daha da beyaz olabilirlermiş. Sonuçta kara dediğimiz şeyler işte böylesine dönüşerek zaman zaman içindeyken bir de bakmışız ki bembeyaz oluverirmiş. Tıpkı kötülerle iyiler gibi. Sevgi varsa her şey mümkünmüş. Kötüler de iyi olabilirmiş.
Adamlar dağılıp gittikten sonra Keloğlan, muhtar ve kızını Sevgi köyü muhtarının yanına götürmüş. Olayları kendi muhtarına bir bir anlatmış. Muhtar bu ilginç olayı heyecanla ve can kulağıyla dinlemiş. Keloğlan’a yaptıklarından dolayı teşekkür etmiş. Konuklarını bir güzel ağırlayarak yemeklerini yemişler, ayranlarını içmişler. Nefret köyünün muhtarı gördüğü bu samimiyetten ve iltifatlardan son derece etkilenmiş. Muhtarın ve ev halkının ne kadar güler yüzlü olduklarını, misafirleri için ne kadar lütufkâr davrandıklarını, ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalıştıklarını gördükçe hayranlığı daha da artıyormuş. Yüreği o zamana kadar hiç tatmadığı duygularla kıpır kıpırmış. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemiyormuş. Yıllarca farkına varamadığı, kendisinde yokluğunu hissettiği, özlemini çektiği şey işte tam olarak buymuş: Sevmek, sevilmek; mutlu olmak ve birilerini mutlu edebilmek. Ne güzel duygularmış bunlar. Şimdi geçmişine bakıp utanası geliyormuş. Daha önce bu duyguları yaşamadığı için geçmişteki günleri ne kadar anlamsızlaşmıştı. Bir taraftan lokmalarını yutarken bir taraftan da karşısında oturan muhtarla göz göze geldiğinde sevgi dolu bakış altında ezildiğini hissediyormuş. Bu yaşananlar ona da çok büyük ders olmuş. Artık o da yüreğinin karanlık köşesinden yansıyan sözcükleri ve duyguları tamamen söküp atacakmış. Atmalıymış. Hayatın anlamı ve güzelliğini yeni fark ediyormuş.
Yemekten sonra oturup sohbet etmeye başlamışlar. Nefret köyü muhtarı başlarına gelen felaketleri bir bir anlatmaya başlamış. Zaten doğru dürüst ürün alamadıkları için her sene durumlarının daha da kötüye gittiğini, bu sene ise tarlalara dadanan çekirge sürüsüyle başlarının belâda olduğunu, bununla mücadele edemediklerini ve ne yapacaklarını bilemediklerini anlatmaya başlamış.
– Belki siz bu konuda bir şeyler bilir, bize yardım edebilirsiniz umuduyla gelmiştik. Fakat gelirken gördüm ki sizin tarlalar çok verimli ve sorunsuz. Köyünüz yemyeşil. Nereye baksam güzellikler yansıyor. İnsanın ruhu dinleniyor, içi açılıyor. Ağaçlar ne kadar gür ve bakımlı. Galiba bu tarafa çekirge sürüsü gelmemiş.
– Çok şükür öyle bir sorunumuz yok. Hiç olmadı. Başımıza böyle bir iş gelmediği için bu konuda ne yapmak gerektiğini de bilmiyorum. Çok üzgünüm ama elimizden bir şey gelmiyor. Ne olur kusura bakmayın.
– Anlıyorum, anlıyorum. Elbette böyle bir sorun yaşamadıysanız nerden bileceksiniz? Yapacak bir şey yok. Artık şansımıza, ne kadar kurtarabilirsek onunla yetinmeye çalışacağız.
Bu arada konu-komşu muhtara misafir geldiğini duyunca, “Hoş geldiniz!” demeye gelmişler. Konuşmaları işitince de çok üzülmüşler. Komşu köydekilerin kıtlık ile mücadele ettikleri ve çaresiz kaldıkları için yardım istemeye geldikleri haberi, köyde kulaktan kulağa yayılmış. Haberi duyan güzel yürekli insanlar buna duyarsız kalır mı? Kalmamış elbette. Ellerinde, avuçlarında ne varsa; çok olan maldan, az olan candan misali gönül zenginliklerinin yansıması olarak “Komşuluk hatırıdır. Komşum açken bu lokma benim boğazımdan nasıl geçer?” diyerek hediyeler getirip muhtarın evinin etrafına toplanmış, onların çıkmasını beklemeye başlamışlar. Nefret köyü muhtarı ve kızı bu olanları duyunca öylesine etkilenmişler ki gözlerinden mutluluk gözyaşları damlıyormuş. Yürekleri inanılmaz duygularla çırpınıyor, teşekkür etmek için söyleyecek söz bulamıyorlarmış.
İki muhtar kafa kafaya vermiş çözüm ararken Keloğlan dikkatlice onları dinliyor, ama büyüklere saygısından dolayı sözlerini kesmemek için sırasını bekliyormuş. Gözleri fıldır fıldır dönüyormuş. Onun bu hâlini gören ve bunu daha önce de yaşamış olan Gülbeyaz “Kesinlikle yine Keloğlan’ın bir planı var.” diye içinden söyleniyormuş. Tam o sırada yine ayran gelmiş. Muhtarlar ayran çapçaklarını kafaya dikerken bu suskunluktan yararlanan Keloğlan hemen lafa başlamış.
– Muhtar emmiler, muhtar emmiler! Bir fikrim var. Ben bu işi çözebilirim. Sizi bu çekirge belâsından kurtarabilirim.
demez mi? Ayranlar nerdeyse muhtarların genizlerine kaçacakmış. İkisi birden heyecanla,
– Sen ne diyorsun Keloğlan? Şaka mı yapıyorsun?
– Şaka değil muhtar emmilerim, çok ciddiyim. Ben bu işi kesin çözerim.
– Peki nasıl? Ne yapacaksın? Biz ne yapacağız?
– Siz hiçbir şey yapmayacaksınız. Ben tek başıma halledeceğim.
– Keloğlan, bak oğlum seni ne kadar sevdiğimizi bilirsin. Ayrıca sana güvenimiz de sonsuz. Senin ne kadar zeki olduğunu herkes bilir. Bu muhtar emmin de seni yeni tanıdı ama o da çok sevmiş. Lâkin bu sözlerin bize hiç inandırıcı gelmiyor. Şaka yapıyorsan yapma! Bu şaka yapılacak bir konu değil.
– Yok muhtar emmi, yok. Hiç şaka yapar mıyım? Çok ciddiyim. İsterseniz hemen şimdi gidelim ve olayı bitirelim. Böylece içiniz rahat etsin.
– Tamam, madem kendine bu kadar güveniyorsun öyleyse hep birlikte karşı köye gidiyoruz.
Dışarı çıktıklarında muhtar, evin etrafına toplanmış olan kalabalığa seslenmiş:
– Eyyy ahali! Siz de arkamızdan gelin. Artık korkacak bir şey kalmamıştır. Keloğlan’ın sayesinde iki köy arasındaki köprü ve yol tamamen tehlikesiz hâle gelmiştir. Hep birlikte gidelim. Hediyelerinizi kendi ellerinizle verirsiniz, bu çok daha anlamlı olur.
Keloğlan ve Gülbeyaz önde muhtarlar hemen arkasında yola koyulmuşlar. Acaba Keloğlan bunu nasıl yapacak diye bütün köy halkı merak ve heyecan içinde ellerindeki hediyelerle birlikte peşlerinden geliyormuş. Bir süre sonra Kimse Geçmez Köprüsü’nün yanına gelmişler. Keloğlan yine kavalını çıkarıp güzel nağmelerle çalmaya başlamış. Ağaçlarda tünemiş olan sığırcıklar Keloğlan’ın kavalının sesini duyunca yine cıvıldaşarak uçmaya başlamışlar. Köy halkı bu tür gösterilere alışkın olduğu için bunu pek önemsememiş. Şimdi esas konu başkaymış çünkü. Bütün halk köprüden geçip karşı kıyıya ulaşmış. Köprü yıllar sonra bu kadar insana hizmet ettiği için son derece mutlu ve gururluymuş. Bir süre sonra Nefret köyü görünmüş. Biraz daha yaklaştıklarında gerçekten tarlalarda çekirgelerin zıplaya zıplaya dolaşarak önlerine ne çıksa kırıp geçirdiklerini, parçalayıp yediklerini görmüşler. Bu sırada nefret köyü halkı da suratları asık bir şekilde “Ne var, ne oluyor?” dercesine kavga edecekmiş gibi onları istemeye istemeye karşılamaya gelmiş. İki köyün halkı meydanda karşılıklı guruplar halinde durup ürkek gözlerle birbirlerine bakıyormuş. İşte ne olduysa o anda olmuş. Keloğlan birden bire kavala çok farklı bir şekilde üfleyerek başka bir nağmeyle çalmaya başlamış. Sanki kavalın içinden onlara yine bir şeyler söylüyormuş:
Tarlalarda kıyamet
İşte size ziyafet
Sürüsüyle çekirge
Olsun size afiyet
O anda gökyüzündeki sığırcıklar tarlalara doğru öylesine bir dalışa geçmişler ki inanılır gibi değilmiş. Sanki gökyüzünden inen bir bulut tarlaların üstüne düşüyor gibiymiş. Sığırcık sürüsü önüne kattığı çekirgeleri kovalıyor, yakalayıp yiyormuş. Doğanın yaşam kanunu doğrultusunda olması gereken de buymuş. Meğer Keloğlan da bu doğa kanununu bildiği için kendine bu kadar güveniyormuş. Sığırcıkların geçtikleri tarlaların hepsi tamamen çekirgelerden temizleniyor, bir tane bile çekirge geride kalmıyormuş. Bu olanları herkes şaşkınlıkla izliyor, somurtkan suratlar yavaş yavaş buzu çözülmeye başlar gibi yumuşuyor, yüzlerde yıllardır görülmeyen tebessümün izleri belirmeye başlıyormuş. Çünkü açlık, canlarına tak etmiş ve insana her şey yaptırabilirmiş. Artık köy halkının daha fazla dayanacak gücü kalmamış. Bu nedenle geçmişi unutup gelecekten umutlu, güzel duygulara doğru gönüllerini açmaya dünden hazırlarmış. Sığırcıklar ilerledikçe kalabalık da peşlerinden yol boyunca onları izleyerek heyecanla ilerliyormuş. Bir süre sonra bir de bakmışlar ki o iki zıt karakterli gruptakiler iç içe girmiş, yan yana gidiyorlarmış. Önce kısa süreli bir tedirginlik olsa da bu herkesin hoşuna gitmiş. Artık daha rahat ve samimi davranıyorlarmış. Bu şekilde köyün öbür ucuna kadar varmışlar. Sığırcıklar artık yapacak işleri kalmadığından tekrar havalanmışlar. Keloğlan kavalını bırakıp:
– Eee, nasılmış muhtar emmiler? Gördünüz mü? İşte dediğim gibi ben sözümü tuttum. Sizi bu belâdan kurtardım.
– Hay aklınla bin yaşayasın Keloğlan. Sevgi köyü seninle bir kez daha gurur duydu.
– Bizi unutmayın muhtar efendi! Nefret köyü de Keloğlan’la gurur duyuyor. O artık bizim de köyümüzün evlâdı sayılır. Ne dersiniz ey ahali?
Nefret köyünün halkı şimdi çok farklı bir havaya bürünmüştü. Sevgi köyünün halkıyla kaynaşmışlar, onlardan yansıyan sevgi ve ruh güzelliklerinden etkilenmişlermiş. Herkes kısa sürede kendine bir dost edinmiş. Sevgi köyünden gelenler ellerindeki hediye paketlerini dostluk ve sevgi nişanesi olarak yeni edindikleri arkadaşlarına veriyorlarmış. Âdeta iki köyün halkı bir olmuş ve hep bir ağızdan:
– Yaşa Keloğlan, var ol! Ömrün uzun, zihnin her daim açık olsun. Allah senden razı olsun!
diyerek sevgilerini, mutluluklarını dile getiriyorlarmış. Ortam âdeta düğün meydanı gibiymiş. Hatta yıllardır hiç güzel ve eğlenceli bir gün yüzü görmedikleri için kullanmadıkları davul-zurnalarını bile çıkarıp çalmaya başlamışlar. Halaylar çekiliyor, el ele, kol kola sohbetler ediliyor, tüm yüzler sevgi ile dolup taşıyormuş. Bir ara Nefret köyünün muhtarı elini kaldırarak herkesin susmasını istemiş.
– Ey ahali! Bugün Keloğlan ve Sevgi köyü sakinleri sayesinde yıllardır içine hapsedildiğimiz karamsarlık kılıfından sıyrılıp kurtulduk. Artık sevmek, sevilmek, mutlu olmak, güler yüzlü olmak bizim de hakkımız. Bundan gayrı hepimiz kardeşiz, birbirimizi sevip, sayıp yardımlaşacağız. Sevgi köyünün geleneklerini aynen uygulayacağız. Anlaştık mı?
Köy halkı büyük bir coşkuyla muhtarı alkışlayarak bu kararı onaylamış. İşte ne olduysa o anda yine inanılmaz bir olay daha gerçekleşmiş. Köyün üstündeki kara bulut yavaş yavaş süzülerek kaybolmaya başlamış. Bulutlar çekildikçe güneş de gülen yüzünü göstermeye başlamış. Bu olanları şaşkınlıkla izleyen ahâli hem eğleniyor, hem gülüyormuş. Hatta sevinçlerinden gözyaşlarını tutamayanlar çocuklar gibi ağlıyormuş. Nihayet bulut tamamen yok olmuş. Güneş âdeta “Köyü sımsıcak sarıp sarmalamak için ben artık buradayım, sizinleyim.” diyormuş. Hatta Keloğlan’ın sığırcıkları da gelip ağaçlara konup cıvıltılarıyla onların mutluluklarına eşlik ediyormuş. Hayat yeni bir anlam kazanmış. Yine sevgi her şeyin başını çekmiş ve dünyada açamayacağı kapı olmadığını bir kez daha göstermiş.
O sırada bu defa da Sevgi köyü muhtarı elini kaldırarak söz istemiş.
– Ey ahali! Bizler, zaman zaman içinde, hangi zamandan beridir bilinmez ayrı dünyaların insanlarıydık. Ama şimdi dost, kardeş olduk. Biz artık bu köyü de kendi köyümüz belledik. Yalnız benim bir önerim, bir de isteğim var. Önerim şu: Bu köye artık Nefret köyü demek büyük saygısızlık olur. Ben bunu kabullenemiyorum. Ben derim ki bundan sonra bu köyün adı “Mutluluk” köyü olsun. Ne dersiniz?
Bu öneri karşısında herkes havalara zıplamış. Birbiriyle kucaklaşanlar, sarmaş dolaş olup mutluluktan ağlaşanlar, sevinçten çıldıracak gibi olanlar… Kısacası inanılmaz, tarifsiz duygular yaşanıyormuş. Yine alkışlarla bu öneriyi de kabul etmişler. Muhtar konuşmasına devam etmek istemiş.
– Durun, durun! Daha sözüm bitmedi. Şimdi de bir isteğim var. Biliyorsunuz, bugün burada bu mutluluğu birlikte yaşıyorsak bunu Keloğlan’a borçluyuz. Meydan düğün meydanı gibi. Davul-zurna düğün havaları çalıyor. Halaylar çekiliyor. Gülen yüzleriyle herkes düğün alayı gibi mutluluklarını paylaşıyor. Yani kısacası bir düğün yapıyormuşuz gibi her şey tamam. Fakat bir şey noksan. Düğün olur da gelinle damat olmaz mı? Hani nerde onlar? Ben derim ki, Mutluluk köyü muhtarından Allah’ın emri, peygamberin kavli ile kızını oğlumuz Keloğlan’a istesek, ne dersiniz?
Yine sevinç gösterileri, kutlamalar, mutlulukları paylaşanlar… Derken Mutluluk köyü muhtarı elini kaldırıp söze başlamış:
– Sevgi dolu yüreklerden gelen güzel isteklere hayır demek bize yakışmaz. Kızım da razıysa vursun davullar, çalsın zurnalar.
diyerek sözü bağlamış.
Diyeceksiniz ki “Acaba muhtarın kızı ne demiş, razı olmuş mu?” Orasını kimsecikler bilmiyormuş. Masalın o bölümünü de dinleyenler yazıyormuş.
Haa bir şey daha var. Hani Kimse Geçmez Köprüsü vardı ya, onun adı da değişmiş. Çünkü artık pek çok kişi üstünden gelip geçiyormuş. İnsanları birbirine kavuşturduğu ve işe yaradığı için çok mutluymuş. Bu nedenle artık ona da Barış Köprüsü adını vermişler. Barış Köprüsü’nden geçenlerin yürekleri sevgiyle, mutlulukla dolup taşıyormuş.
Masalımız burada bitmiş. Aslında bu bitiş yeni bir masala başlangıçmış. Bu masalı anlatanla, okuyanların, dinleyenlerin gönülleri arasında bir barış köprüsü oluşurmuş. Böylece gönüller arasında sevgi ve mutluluklar paylaşılır, paylaşıldıkça da çoğalır, çoğaldıkça da yeni yeni masallar anlatılırmış.
Gökten üç elma düşmüş. Biri Keloğlan’la Gülbeyaz’ın başına, biri Sevgi köyü halkının başına, biri de Mutluluk köyü halkının başına, derken o da ne! Alışılmışın dışında fazladan iki tane daha düşmüş. Üstelik nedendir bilinmez, bunların üstünde “S – M” harfleri varmış? Ne anlama geldiği unutulmasın diye, biri dinleyenlerin, biri de anlatanın başına…
Onlar ermiş muradına biz çıkalım sevgi ile mutluluklar tahtına.
TM / Frankfurt / 3.06.20
Bir cevap yazın