Bundan binlerce yıl önce henüz toplum sınıflara ayrılmamış, insanlar bir arada yaşıyor ve tüm yaşamsal faaliyetlerini çıkar gözetmeden birlikte yürütmeye çalışıyorlarken “kent” denilen yapılardan söz etmek mümkün değildi. İnsanlığın ilk toplum düzeni olan komünel yani sınıfsız topluluklarda genellikle toprağa bağlı olmayan bir yaşam sürülmekteydi. Fakat insanlar daha sonra toprağın işlenebilirliğini keşfettiler, işlediler de. O günden sonra bir oradan bir buraya dolaşan insanlar bir yere, bir toprağa bağlı kalmaya karar verdiler. Haklı oldukları ortada, çünkü böylesine bir yaşam eskisine göre çok daha kolay ve yaşanılabilir olacaktı. Tüm bu süreci o dönemlere ait kalıntılar ve bunları inceleyen bilim insanlarının yazdıklarından öğreniyor, biliyoruz. İnsanların yerleşik hayata geçmesi beraberinde birçok şeyi getirdi. İnsanlar toprağı işlemeyi başladılar ve orası artık “kendi” toprakları oldu. Pandoranın kutusu açıldı ve içinden “özel mülkiyet” çıktı. Bu öyle bir durum ki, insanlığın akışına artık yüzyıllar boyunca yön verecekti. Öyle de oldu. Özel mülkiyetle beraber insanlar da ikiye ayrıldılar: Mülkiyete sahip olanlar ve sahip olamayanlar.
İnsanların yerleşik hayata geçmesi doğal bir süreç olarak ilk önce irili ufaklı daha sonra çok geniş çaplı düzenlenen kentleri meydana getirdi. Özel mülkiyet ve bu durumun oluşturduğu mülkiyet ilişkileri kent yaşamını da etkiledi. Daha doğrusu kent yaşamı bu mülkiyet ilişkileri üzerine kuruldu. Kentler sınıflı toplumsal düzenle birlikte “ticaret”in merkezi haline geldiler. Dolayısıyla kent olgusu sınıflardan bağımsız düşünülemez. Yapılan kent planlamaları da aynı şekilde sınıflardan bağımsız ve tüm sınıfların lehineymiş gibi gösterilemez. Çünkü “kent” yaşamı her zaman egemen sınıfın çıkarına göre düzenlenmiştir.
Kentler, tarihte her zaman dönüşüme uğramışlardır. Roma’nın yakılıp yerine bugünkü Roma kentinin inşa edilmesi bu dönüşümlerden biridir. Fakat asıl önemli dönüşüm kapitalizmle beraber ortaya çıktı. Kapitalizmin ilk döneminde kentler üretim tesislerinin etrafında oluşmaya başladı. Çünkü o tesislerin üretim yapabilmesi için işçilerin emek gücüne ihtiyacı vardı. Tüm kent yaşamı bu tesisin işleyişine göre şekillendi. İlk önce barınaklar yani bugünkü gecekondular daha sonra temel yaşamsal faaliyetler için gerekli diğer yapılar inşa edildi. Tiyatro ya da sinema gibi sosyal yaşam için gerekli yapılar elbette yoktu. En azında üretim tesislerinin etrafındaki gecekondu semtleri için bunu söyleyebiliriz. Çünkü orada yaşayan insanların, yani işçilerin görevi az besinle, çok çalışmak. Onlara yüklenen “yüce görev” bu. Zaten sinemaya gidip entelektüel bir faaliyette bulunması mümkün değil. Saatlerce durmadan karın tokluğuna çalışan bir insanın mesai saati bittikten sonra düşündüğü tek bir şey vardır: Uyumak ve dinlenmek. Çünkü ertesi gün yine “haşmetli efendileri” daha fazla sermaye biriktirsin diye daha fazla çalışmak zorunda.
Sonra günün birinde o üretim tesisi işini bitirip oradan çekip gidiyor. İnsanlar orada kalmak zorunda. Ve bir anda insanlar “kentsel dönüşüm” diye bir şeyden bahsedildiğini duyuyorlar. Üretim tesisi henüz çalışıyorken onların kötü konutlarda yaşamasına göz yuman, yeşilden yoksun beton yığınları içerisinde yaşamasına göz yuman “devlet” orayı dönüştürüp onlara yeni ve sağlıklı konutlar, sağlıklı yaşam alanları inşa edeceğini söylüyor. Doğrusu çok inandırıcı.
Bugün egemen sınıfın temsilcileri “kentsel dönüşüm” projelerini övmekle bitiremiyorlar. Peki bu dönüşümün özneleri bu konuda ne düşünüyorl? Mesela Sulukule sakinleri. Radikal gazetesi muhaberi mahallede yaşayan insanlarla yaptığı röportajda insanlar şunları söylüyor:
“Doğma büyüme buralıyım. Yeni eve bir ay önce taşındık. Girdiğimizde evin muslukları, vanaları yoktu. Su yoktu. Doğalgaz yok bir aydır. Abone parasını da ödedik ama hâlâ açılmadı. Piknik tüpüyle idare ediyoruz bu mübarek Ramazan günü. Bir ay oldu yıkanamadık bile. Çocuğumun evine gidiyorum sıcak su için. İnternet yok, çocuğum nasıl çalışacak? Telefon yok. Televizyon yok, haber bile izleyemiyoruz.” (HASAN DOĞAN)
“Eşim ayakkabı işçisi, üç çocuk okutuyoruz. Bu proje zengine para kattı fakirler tam dibe battı. İlk anlaşmamız elimizde: Altı senede 50 bin lira borcumuz olmuş 103 bin lira. Kira yardımı yaptılar ama 20 bin liraya yakın kendi cebimizden kira koymuşuz üstüne. Borçların fırladığını öğrendiğimizde gittik belediyeye, anlaşma yaptığımız kişiler ‘İhaleyi TOKİ’ye verdik onlarla halledin’ dedi, başından savdı. Bu gidişle borcumuz hiç bitmeyecek. Kışın bu binalar dolunca yakıt parası da gelecek. Artık asgari ücretle geçinen burada barınamaz.”(NEJLA KARAMAN)
İşte çok övündükleri kentsel dönüşüm projesi. Kentsel dönüşüm projelerinde tek bir amaç var o da toprak rantı. Yani kentler üzerinden, kentsel dönüşüm adı altında patronların (mesela Ağaoğlu, TOKİ) daha fazla sermaye biriktirmesi. Sadece Sulukule örneği bile kentsel dönüşümün egemen sınıfın çıkarını hizmet ettiğini ortaya koyuyor. Sulukule’de insanlar adeta “mimari değere” sahip yapılarda oturuyorlar. Fakat alt yapı tesisleri yok üstelik her geçen gün borçları artıyor. Çünkü yeni binalar daha pahalı ve aradaki değer farkı yoksulların sömürülmesiyle kapatılmak isteniyor. Sulukule’de yapılan dönüşüm yoksullar için değil zenginler için yapılmıştır. Şimdi devlet oranın gerçek sahibi yoksulları çeşitli yıldırma politikasıyla söküp atmak istiyor. Çünkü orası “soylular” gelip satın alsın diye “soylulaştırıldı”.
İşin bir başka boyutu daha var. Kentsel dönüşüm projelerinde en aktif rol oynayan insanlar inşaat işçileridir. İnşaat işçileri kendi elleriyle inşa ettikleri bu lüks konutlarda yaşama şansına sahip olabilecekler mi? Yoksa salt beton yığınından oluşan gecekondu semtlerinde, yeşil alanın neredeyse olmadığı işçi semtlerinde yaşamaya devam mı edecekler? Soruya cevap vermek çok kolay. Onlar için yaşamak, her gün ölüm tehlikesi altında günün ya da ayın sonunda alacakları üç kuruş ücret için çalışmak, daha fazla çalışmak. Egemen sınıfın sözcüleri “halkı” çok sevdikleri için kentsel dönüşüm yaptıklarını söylüyor. Kentsel dönüşümle mesela Fatih ilçesinin nüfusu azaltılmak isteniyor. Bu nasıl yapılacak? Evler üç kat sınırını aşmayacak ve tabii ki ücretler devasa boyutlara ulaşacak. Dolayısıyla orada yaşayanlar kendilerine daha ucuz ev bakmak zorunda kalacaklar. Ne güzel halk sevgisi!
Evet, egemenler Haliç Kongre merkezinde düzenlenen bir yemekte, şaraplarını yudumlarken, Haliç’e doğru kahkaha atabilirler. Zamanında o kongre merkezinin bulunduğu yerde ve tüm Haliç sahili boyunca çalışan fabrikalar, mesai saati başladığında zillerini Haliç sahiline doğru büyük bir gürültüyle haykırırlardı. Onların haykırışları şimdi egemenlerin kahkasına dönüşmüş durumda. Şimdi kaç tane ölüme, kaç tane direnişe şahit olan o fabrikalar yok yerinde başka rant kapıları var.
Kuşkusuz kentsel dönüşüm, salt insanların çıkarlarına hizmet ettiği zaman desteklenmesi gereken projeler olacaktır. Ama bugünkü anlamıyla kentsel dönüşüm projelerini desteklemek, egemen sınıfın vahşetine göz yummak ve emekçiler sınıfını aşağılamak demektir. Daha adil, eşit ve daha yaşanılabilir bir dünyayı emekçiler kendi elleriyle yaratacaklar, kurtuluşa kendi elleriyle ulaşacaklardır. O gün geldiğinde kentsel dönüşüm gibi diğer tüm projeler de salt insanlığın geleceğinin daha aydınlık olması için uygulanacaktır. Pandora kutuyu kapattığında içinde yalnızca umut kaldığını söyler mitoloji. Fakat mitoloji yanılıyor. Kuşkusuz insanlık tüm kötülüklere ve bu kokuşmuş düzene rağmen hala mutlu bir geleceğe dair umutlarını barındırıyor, barındırmalıdır. Umut, pandoranın kutusundan çıkıp dünyanın her yerini saracaktır.
Emre Çelebi
***Türk Dil Kurumu bir terim olarak kent kelimesini şöyle açıklıyor: “Sürekli toplumsal gelişme içinde bulunan ve toplumun, yerleşme, barınma, gidişgeliş, çalışma, dinlenme, eğlenme gibi gereksinmelerinin karşılandığı, pek az kimsenin tarımsal uğraşılarda bulunduğu, köylere bakarak nüfus yönünden daha yoğun olan ve küçük komşuluk birimlerinden oluşan yerleşme birimi.”
Bir cevap yazın